Ezan oldum dinmedim, bayrak oldum inmedim, şehit oldum ölmedim. Adım Müslüman soyadım Türk benim...
  • ULVİ HOCAM NURKUL HOCAM 3700 GÜN 10 YIL OLDU LÜTFEN GELİN SİZİ ÇOK ÖZLEDİK.. İlimyuvası Yönetim İletişim ilimyuvasi.com@gmail.com

Bir ihtiyarın kızına nasihatı 7.10.2001-31.10.2001

türkislam74

Uzman Onbaşı
Bir ihtiyarın kızına nasihatı 7.10.2001-31.10.2001

( Emekli tümgeneral Hayri Aytepe’nin kızına nasihatı. Ö.T. 1967))

Sevgili kızım, dünyadaki bütün insanlar mesûd olmak ister. Fakat, mesûd olan, pek azdır. Neden bu böyledir? Çünkü, saadetin neden ibâret olduğu bilinmiyor. Asıl iş, saadetin ne olduğunu bilimektedir.

Saadet, yalnız dünya saadetinden ibâret değildir. Aksine, asıl saadet âhıret saadetini elde etmektir. Âhıret saadeti nasıl elde edilir? Âhıret saadeti için Allahü teâlânın emirlerine yâni Kur'an-ı kerime ve Peygamberimizin sözlerine itaat etmek lâzımdır.

Allahü teâlânın emirleri arasında: Öldükten sonra tekrar dirilimek, yâni âhırete inanmak da vardır. Cenâb-ı Hak âhıretin nihâyetsiz olduğunu, ebedî olduğunu bize bildiriyor. Dünya hayatı ise, sayılı günlerden ibârettir.

O hâlde, saadet iki başlı demektir. Biri âhıret saadeti, öteki dünya saadeti. Bu iki saadetten hangisi önemlidir? Bunu akıl ve izân sahibi insanlar kolaylıkla anlıyabilir. Aklımız ve izânımız âhıret hayatının, dünya hayatı ile mukayese edilemiyecek kadar önemli olduğunu bize gösterir.

Buna rağmen, insanların dünya için gösterdikleri gayret ve çalışmaların onda birini bile âhıret için göstermedikleri meydandadır. Bunun âkıbetinin ne kadar acı ve ne kadar korkunç olduğuna acaba inanmıyor muyuz? İnanmıyorsak, kurtuluş Ümidi yoktur. Allahü teâlâya inanmıyanların yeri ebedî olarak Cehennemde yanmaktır. Eğer inanıyorsak, Allahü teâlânın emirlerini yapmamak bir gaflet ve bir dalâlettir. Bu uykudan uyanamıyanlara yazıklar olsun.

Dünya saadeti için söz söyleyenler, kitap yazanlar ve bunu dikkatle okuyanlar, dinleyenler çoktur. Âhıret saadetine gelince: Buna dâir Hakkın kitabı (Kur'an-ı kerim) ve Peygamberimizin sözleri (hadis-i şerif) ve din âlimlerinin binlerce kitapları vardır.

Fakat, bugün artık bunları okuyan, bunları söyleyen, söyleyenleri ve yazanları dinleyen az insan kalmıştır. Çok önemli olan âhıret saadeti âdetâ unutulmuş, sanki böyle birşey yokmuş gibi bir gaflet içinde bulunmaktayız. Bu ise, felaketin en tehlikelisi ve âkıbetlerin en korkuncudur.

İşte kızım, benim yazılarımın asıl maksadı, seni bu korkunc felaketten kurtarmaktır. Yâni seni Cehennem denen büyük ateşten korumaktır. Sen idrâkin ve anlayışın nisbetinde, bu yazılarımdan hisse alacaksın. Cenâb-ı Hak seni hakîkati iyice anlayacaklardan ve bu anlayışa göre hareket edenlerden eylesin! Âmîn.

Nasihatimi lüzumsuz görme!

Sevgili kızım, din âlimlerinin yazdıkları kitaplar var iken, ayrıca benim nasihat vermenin lüzûmsuz olduğunu belki düşünebilirsin. Fakat böyle düşünmek doğru değildir. Çünkü, çocuğunun saadetini isteyen bir baba, yalnız dünyanın kısa saadetini değil, âhıretin sonsuz saadetini de, çocuğuna bildirmekle vazîfelidir. Babaya bu vazîfeyi veren cenâb-ı Haktır.

Bir çocuk ne kadar kayıdsız olursa olsun, babasının kendisi için yazdıklarını merâk ederek hiç değilse, bir kere okur. Bu yazılardan ders alacak anlayış ve uyanıklığı da gösterirse, kendisini kurtarmış olur.

Zamanımızda din bilgilerini veren kitaplarımız kifâyetsizdir. Günümüzün menfi şartları içinde çocuğun doğru ve yeter derecede din bilgisi alması çok zorlaşmıştır. Bunun için, hiç değilse, müslüman dîninin temel kâidelerini ve özünü burada söylemek, çok önemli bir vazîfe hâline gelmiş bulunuyor. Temel kâideler şunlardır: Önce imanın şartlarını bilmek lazımdır. Îmanın, inanmanın şartları: 1- Allahü teâlâya inanmak, 2- Meleklere inanmak, 3- Kitaplara inanmak, 4- Peygamberlere inanmak, 5- Âhırete (öldükten sonra tekrar dirilimeye) inanmak, 6- Kaderin yâni, hayr ve şerrin Allahü teâlâdan geldiğine inanmak. Bundan sonra da, İslamın şartları gelir. Müslümanlığın şartları: 1- Kelime-i şehâdet, 2- Namaz, 3- Oruç, 4- Zekât, 5- Hac.

Kızım, günün birinde iki ellerimiz yanımıza gelecek ve dünyadaki hayatımız sona erecektir. Bu dehşetli bir hakîkattir. Bu hakîkat karşısında, hayat nedir? Ölüm nedir? diye düşünmeyen bir insan olmaması lâzımdır.

O hâlde, hayatın ne olduğunu, dünyaya niçin geldiğimizi, ölümün ötesi ne olduğunu bilimek ve öğrenmek, insan olmanın ilk şartıdır. Hayata niçin geldiğimizi, hayatın sahibinden daha iyi bilen olur mu?

Her şeyin olduğu gibi, hayatımızın sahibi de, Allahü teâlâdır. Allahü teâlâ, Kur'an-ı keriminde, “Ben iinsanları, büyüklüğümü onlara tanıtmak ve bana ibâdet etmeleri için yarattım!” buyuruyor.

Bu büyük hakîkati, yaşadığımız bu zamandaki insanların kaçta kaçı biliyor ve ona göre hareket ediyor? İnsanların büyük çoğunluğunun, bu hakîkati bilimediklerini, bilenlerin de, bu hakîkate göz yumduklarını veya önem vermediklerini görüyoruz. İşte felaket de, bu noktadan başlıyor.

Kızım, şimdi Müslümanlık nedir, kısaca anlatayım,

Sevgili kızım, Allahü teâlâ, kendi emirlerine inanmıyanları ebediyyen, inanıp da emirlerini yapmıyanları, irâde ettiği kadar Cehennem ateşinde yakacağını kitap-ı kadîminde, bizlere bildiriyor.

Allahü teâlâ, insanlar gibi yalan söylemez. Emirlerini mühimsemeyenleri mutlak cezâlandırır. Allahü teâlânın cezâsı çok ağırdır. Kendini bu cezâdan koruyamıyanlara yazıktır. Dünyadaki kısa hayatımız için sonsuz âhıret hayatımızı Cehennem içinde geçirmek, aklı başında bir insanın işi midir?

Bu hakîkati bilimemek veya bildiği halde, ona göre davranmamak, hele bu hakîkate inanmamak, bir insan için, tasavvur edebileceğimiz en büyük bahtsızlık, en büyük fâcia, en büyük felakettir.

Kızım, şimdi Müslümanlık nedir, kısaca anlatayım: Müslümanlık, maddî ve mânevi temizliktir, vücûd temizliğini ve kalb temizliğini emreder.

Müslümanlık, dünya ve âhıret saadetini sağlayan tek yoldur. Hakîkî müslüman dünyada, dâimâ huzur içindedir. Çünkü bu müslüman, şuna inanmıştır: Kendisine gelen hayır ve şer Allahü teâlâdandır. Allahü teâlânın takdîridir. Allahü teâlâdan gelen herşeyin, kendisi için iyi olduğunu, fena zannettiği şeyin sonunun, iyi olacağını düşünür ve böylelikle iç rahatlığını bozmaz. Felaketlere de, kolaylıkla göğüs gerer. İşte böyle bir insan, Allahü teâlânın sevgili kuludur. Bu sûretle, o insan, âhıret saadetine de ulaşmış olur.

Müslümanlığın emirlerini yapan bir insan, dünyada her türlü kötülükten ve her türlü zarardan kendisini korumuş olur.

Allahü teâlâ, Kur'an-ı keriminde, “Allahü teâlânın indinde din, islâm dînidir” buyurmuştur. Bugün islâmlığın dışındaki dinler, Allahü teâlânın indinde, din değildir. Hıristiyanların ellerindeki İncîl, mûsevîlerin ellerindeki Tevrât, Peygamberimizden evvelki zamanların kitaplarıdır. Kur'an-ı kerim, bütün bunların hükmlerini kaldırmıştır.

Müslümanlık, iyi ahlâk demektir. Allahü teâlâ, Peygamberimize, “Ben seni iyi ahlâkı tamamlamak için yarattım!” buyurmuştur. Peygamberimizin her sözünde (hadis-i şeriflerinde) büyük dersler, güzel ahlâk özellikleri vardır.

Kızım, birkaç şöy söylemek istiyorum.

Kızım, Allahın varlığı üzerinde de birkaç şöy söylemek istiyorum. Allahü teâlânın kendisini görmüyoruz. Fakat, Allahü teâlânın eserlerini, yarattıklarını, her zaman, her yerde görüyoruz. Güneş, ay, yıldızlar, denizler, dağlar, taşlar, insanlar, hayvanlar, ağaçlar, gece ve gündüz, yaz, kış,..... ne görebiliyorsak, bütün bunların yaratıcısı hiç şühhesiz, Allahü teâlâdır.

Çünkü, Allahü teâlâdan başka, bir varlık, meselâ insanların en akıllıları bir araya gelseler, bu muazzam eserlerden en küçüğünü, meselâ, bir karıncayı yaratabilirler mi? Bir Pastör, hiç yoktan bir mikrop yaratabilir mi? Bir Edison, güneş ışığına muâdil bir ışık îcâd edebilir mi? Bir Galile, dünyanın dönüşündeki intizâmı değiştirebilir mi? İnsanları göklerde ve deniz altında dolaştıran, radyoları bulan bir insanın beynini yaratan kimdir?

Bütün bu azametli varlığı yaratanı inkâr etmek için, insanın yâ ahmak olması, yâ koyu câhil olması veya kör bir inadın kurbânı olması lâzımdır. Bu eserlere tabîat (natür) diyenler var. Göklerdeki muazzam âlemleri, dünyada gördüğümüz her eseri, dünyanın dönüşünü, gece ve gündüz hâdiselerini, mevsimleri ve herşeyi tabîat kuvveti, tabîat kanûnudur diyerek Allahü teâlâyı inkâr edenler var.

Bunlara sormak lâzım: Bu muazzam eserlerin sahibi yok mudur? İnsanların meydana getirdikleri en ufak bir eser, insan şuûr ve zekâsının bir mahsûlü olduğunu kabûl ediyoruz. Bu, akılları durduran muazzam eserler, kendi kendine meydana gelmiş olabilir mi?

Bu eserlerdeki intizâmı ve muvâzeneyi, şuûrsuz ve donuk tabîat mı meydana getirmiştir? İnkârcıların bu sözlerini normal bir aklın, hattâ basît bir anlayışın dahî, kabûl etmesi mümkün değildir.

İşte herşeyin yaratıcı ve sahibi olan Allaha inanmak ve ona ibadet etmek mecburiyetindeyiz. Allahü teâlâdan korkmak ve Allahü teâlâyı sevmek, ibâdetlerin en makbûlüdür. Allahü teâlâdan korkmak ve Allahü teâlâyı sevmek, bir bilgi işi olmakla berâber, aynı zamanda, bir çalışma, bir gayret işidir. Herkes kolaylıkla bunları elde edemiyor.

Allahü teâlâ, istediklerine kendisini sevdirir. Korku ve haşyet verir. Bunu herkese nasip etmiyor. Nasip ettiği kulunu seviyor demektir. Çok kimse, uzun gayret, telkînler, çalışmalar sonunda bu mertebeye erişiyor.

Dünyadaki elemler nihâyet geçicidir

Allahü teâlâdan korkmak ve Allahü teâlâyı sevmek için pekçok sebep vardır:

Dünyada insanın başına gelen felaketleri düşünelim: Hastalanmak, yaralanmak, vücûdün bir parçasından mahrum olmak, aç kalmak, susuz kalmak, fakir olmak, akıldan mahrum olmak, çoluk ve çocuğunun başına felaketler gelmek, yangınlar, zelzele.... gibi mahlûklar vâsıtasıyla veya doğrudan doğruya Allahü teâlâ tarafından insanlara takdîr edilen felaketler, elemler, Allahü teâlâdan gelmektedir.

Dünyadaki elemler nihâyet geçicidir. Âhıretteki ise, ebedîdir. Oradaki azâb, bitmeyen bir azâbdır. Yâhut, îmanla âhırete intikâl etmiş günahkâr bir müslüman ise, Allahü teâlânın irâde ettiği kadar, azâb görecektir. Âhıret azâbı, kabre girildiği ândan îtibaren başlıyacaktır.

Bütün bunlar Allahü teâlâdan korkmak için, yeter derecede sebepler değil midir? Allahü teâlâyı sevmek için de, sebepler pek çoktur: Evvelâ, müslüman olarak dünyaya gelmek. Yâni, bir müslüman ananın ve bir müslüman babanın evladı olarak dünyaya gelmek, bütün ömrümüzce, Allahü teâlâyı sevmek, Allahü teâlâya şükür ve hamd etmek için, tek başına en büyük sebebdir.

Meselâ, Hıristiyan ana-babadan dünyaya gelmiş olsaydık, artık müslümanlık yolunu bulmak, bizim için, çok zor olurdu. Hıristiyan topluluğu içinde yaşar ve âhırete îmansız olarak gidebilirdik.

Zamanımızda müslüman olarak doğmak da, kâfî değildir. Müslümanlığı sevmiş, elinden geldiği kadar müslümanlık yolunda yürümeye gayret etmiş bir âilenin çocuğu olmak da ayrı bir tâlihdir. İsmi Ahmed veya Hadîce olup da, müslümanlık îcâblarını yapmayan, hattâ müslümanlığı hor gören, nice sözde müslümanlar var.

Akıl ve iz'ân sahibi olmak, iyi ve kötüyü anlayabilecek bir tahsîl ve anlayış seviyesinde bulunmak da, Allahü teâlânın en büyük nîmetlerindendir. Bundan başka, insan haklarını tanıyan bir hükûmetin ferdi olarak yaşamak, sıhhatte olmak, fakir olmamak vesâire gibi binlerce nîmet hep Allahü teâlânın lutf ve ihsânıdır.

Bu saydığımız nîmetlerden mahrum olan milyonlarca insanın, milyonlarca müslümanın bulunduğunu düşünürsek, Allahü teâlâyı nasıl sevip, şükretmemiz lâzım geldiği kolayca anlaşılır.

Sevgili kızım, din şüphe götürmez

Sevgili kızım, Allaha inandıktan sonra, O’nun kitabına, Kur'an-ı kerime inanmak, îmanın şartlarındandır. Bir âyetinden bile şüphe etmek, câiz değildir. Birine inanmamak, tamamına inanmamak demektir. Şüphe edenler, Allahü teâlâyı seven, doğru din adamlarının (islâm âlimlerinin) kitaplarını okuyarak, şüphesini gidermelidir.

Allahü teâlâ, çok merhametli olduğu için, emirlerini ve yasaklarını dünyada işitmeyen insan kalmasın diye, yalnız Peygamber göndermemiş, ayrıca Kitap da göndermiştir. Müslümanların kitabı Kur'an-ı kerimdir. Kur'an-ı kerim, Peygamberimizden evvel dünyaya gelen milletlere, Allahü teâlâ tarafından gönderilen kitaplardaki emirleri ve hükmleri de içinde topladığı için, bütün insanlara hitâb eden bir kitaptır. Yâni, Kur'an-ı kerim bugünkü dünyada mevcut, Hıristiyan, yahudi, mecûsî, vesâire gibi çeşidli dinlere sapmış insanlara da, doğru yolu gösteren bir kitaptır.

Kur'an-ı kerime inanmayan müslüman sayılmaz. Müslüman olmayan da Allahü teâlânın ateşinden kurtulamıyacaktır.

Kur'an-ı kerim, Allahü teâlânın kelâmıdır. Yâni, Kur'an-ı kerimdeki her söz ve her kelime Allahü teâlâ tarafından, Peygamberimize bildirilimiştir. Peygamberimize bu sözler, vahy yoluyla yâni, meleklerin büyüklerinden Cebrâîl vâsıtası ile bildirilimiştir.

Cebrâîl insan şekline girerek bunları Peygamberimize okumuş ve ezberletmiştir. Peygamberimize Kur'an-ı kerim parça parça (kısm kısm) gelmiştir. Peygamberimiz, Allahü teâlânın emirlerini alır almaz, hem kendileri ezberler, hem de kendi yakınlarına ezberletirdi. Vahy kâtiblerine de yazdırırlardı.

Sonradan bunlar bir araya toplanarak Kur'an-ı kerim meydana gelmiştir. Dünyanın her tarafındaki bütün Kur'an-ı kerimler birbirlerinin aynıdır. Bir kelime, hattâ bir harf bile değişik değildir. Hâlbuki hıristiyanların ellerindeki İncîller birbirlerini tutmuyor ve birbirlerine benzemiyor.

Allahü teâlânın emirleri münâkaşa edilemez. Herkesin kendi anlayışına göre mâna vermesi veya işine geldiği şekilde anlaması câiz değildir. Kur'an-ı kerimi en iyi anlayan yalnız Peygamberimiz dir. Peygamberimiz Kur'an-ı kerimin, bizim anlamadığımız taraflarını hadis-i şerifleri ile açıklamıştır. Ayrıca büyük din âlimleri, Kur'an-ı kerimi tefsîr etmişlerdir. Kur'an-ı kerimde pek çok âyetlerin çok geniş mânaları vardır. Onun için Kur'an-ı kerimi kelime kelime tercüme etmekle tam mânası ifâde edilemez. Ancak, her âyetin salâhiyyetli büyük din âlimleri tarafından tefsîr ve îzâh edilmesi ile mânasını öğrenmek mümkündir.

Peygamberler ahlaklı ve kusursuzdurlar

Allahü teâlâ, emirlerini ve yasaklarını insanlara Peygamberler vâsıtası ile bildirmiştir. Peygamberler de insandır. Fakat, Allahü teâlânın bilgili, ahlâklı ve kusursuz yarattığı büyük insanlardır.

Peygamberler manen Allahü teâlâya yakîn insanlar olduğu için, onların fikirlerine ve kalblerine bizimkilerden farklı ve daha geniş bilgiler ve ilhâmlar verilimiştir. Müslüman âlimlerinin bildirdiklerine göre, dünyanın yaratılışından bizim Peygamberimize kadar yüzyirmidört binden ziyâde Peygamber gelip geçmiştir.

Bizim Peygamberimiz en son ve en büyük Peygamberdir. Bizim Peygamberimizden sonra artık dünyaya Peygamber gelmiyecektir. Peygamberimiz, Allahü teâlânın en çok sevdiği kuludur. Allahü teâlâ, Peygamberimize ” Sen olmasaydın, bu âlemi [dünyayı ve semaları] yaratmazdım!” buyurmuştur

Peygamberimiz, Mekke-i mükerremede dünyaya gelmiştir. Bir yerde okumamıştır. Tahsîlleri yoktur. Ümidir. Fakat, dünyadaki bütün insanların en akıllısı, en bilgilisi, en hayrlısıdır. Çünkü, Allahü teâlâ, Onu asırlarca artık Peygambersiz kalacak olan dünyanın son ışığı olarak yaratmıştır.

Bu ışık, kıyâmete kadar nûrunu devam ettirecektir. Peygamberimize ve bütün Peygamberlere inanmak, îmanın şartlarındandır. Peygamberimize inanmıyan müslüman sayılmaz. Müslüman olmıyan da, ateşte ebedî yanacaktır. Bunu Kur'an-ı kerimde, Allahü teâlâ, bizlere bildiriyor.

Kur'an-ı kerimi, Peygamberimizin sözleridir diyenler vardır. Bunu söyleyenler, hiç şüphesiz îmansızdır, kâfirdir.

Kur'an-ı kerim, Peygamberimize âyet âyet gelmeye başladığı zaman, o zamanın en meşhûr arab şairleri ve edîbleri bir âyetinin benzerini söylemekten âciz kaldıklarını ifâde etmişlerdir. Bu bakımdan da Kur'an-ı kerime bir mucize denmektedir. Kur'an-ı kerim, Allahü teâlânın insanlara en büyük nîmetidir. Çünkü Kur'an-ı kerim, dünya ve âhırette insanları saadete götürecek yolları açıklamıştır. Bu yolda gidenlere ne mutlu!..

İnanan herhükârda kârdadır

Sevgili kızım, Ahirete inanmak, imanın şartlarından birisidir. Öldükten sonra, tekrar dirileceğimize inanmıyan îmansız olur, kâfir olur. Âhırete böyle giderse, ebedî olarak Cehennem azâbına mahkûm olur.

Bugünki insanların çoğunun buna inanmayan bir görünüşleri var. Bunlar, hayatı yalnız dünyada rahat etmek ve iyi yaşamaktan ibâret sanıyor. Gaye, sanki dünyada eğlenmek, gezmek, rahat etmek, zengin olmaktan ibârettir. Bu insanlar, öldükten sonra, tekrar dirileceklerine ve hesaba çekileceklerine inanmıyor görünüyor. İnsanlar, bu derece hissizlik içinde yaşayamaz. Bu kadar kaydsızlığın mânası, bu olsa gerektir.

Öldükten ve toprak ve toz hâline geldikten sonra, tekrar dirilimenin mümkün olmadığını söyleyenlerin sayısı az değildir. Bunu söyleyenler şüphesiz îmansız, dinsiz, zavallı insanlardır.

Tekrar dirilimek mümkün değildir diyenlere verilecek mantıkî cevaplar vardır. Allahü teâlânın azameti, bir insanı hiç yoktan “bir damla sudan” yaratmaya muktedir de, ikinci defa yaratmaya muktedir değil midir?

Gözümüzün görebildiği âlemlerin ve dünyadaki muhteşem eserlerin yaratıcısı, bir insanı tekrar diriltmekten nasıl âciz olabilir? Ağaç, kışın yapraklarını döker. Kuru dallar ile cansız zannedilir. Bunlar, bahâr gelince tekrar canlanmıyor mu? Mevlânâ , “Toprağa ekilen hangi tohm toprağın yüzüne canlı olarak çıkmamıştır?” diyerek, toprağa gömülen iinsanların tekrar canlanacaklarına işaret etmiştir.

Bu konuda şu mantıkî muhâkeme ne kadar güzeldir. Ahmed, âhırete inanmıştır. Ahmedin arkadaşı Kaya, tekrar dirileceğine inanmıyor. Ahmed, Kayayı iknâ için, çok uğraşıyor. Muvaffak olamıyor. Nihâyet Ahmed, Kayaya şunları söyliyor: “Ben âhırete inanarak Allahü teâlânın bütün emirlerini yapıyorum. Allahü teâlânın emirlerini yapmak için, belki senden biraz fazla yoruluyorum, zahmet çekiyorum. Namaz kılıyorum, oruç tutuyorum. Sen bunları yapmıyorsun. İkimiz de ihtiyârladık ve ikimiz de öldük. Daha mezara girer girmez, âhıret var mı, yok mu, belli olacaktır. Eğer âhıret varsa, ben kazandım. Orada îtibarım ve rahatım yerinde demektir. Eğer âhıret yoksa, ben hiçbir şey gaybetmem, dünyadaki yorgunluğumla kalırım. Sana gelince: Eğer âhıret yoksa, ne kârdasın, ne ziyândasın. Ammâ, âhıret varsa, mahvoldun demektir. Artık Allahü teâlânın bitmiyen, ebedî azâbı senin yakanı bırakmıyacaktır. Bu mantıkî muhâkemeye göre, hangimizin yolu doğru yoldur. Bunu senin anlayışına bırakıyorum”.

Kader, Allahü teâlânın bir sırrıdır

Sevgili kızım, imanın şartlarından biri de kadere ve hayr ve şerrin Allahü teâlâdan geldiğine inanmaktır. Kaderin mânasını Türkcede (alın yazısı) diye ifâde ediyoruz. Allahü teâlâ, her kulunun başından geçecek herşeyi evvelden bilir. Kaderi değiştirmek kimsenin elinde değildir. Dilerse gene Allahü teâlâ değiştirir. Kader, Allahü teâlânın bir sırrıdır.

Hayr ve şer Allahü teâlâdan gelir. Çünkü, küllî irâde Allahü teâlâdadır. Allahü teâlâ, kullarına da cüz'î irâde vermiştir. İşte, bu cüz'î irâdeyi Allahü teâlânın emrettiği yolda kullananlar, mükâfâtlanırlar. Fena yollarda kullananlar da, cezâlandırılır. İnsanları Cennete veya Cehenneme götüren, işte bu cüz'î irâdedir.

Bir müslümanın içki içmesi, cüz'î irâdesini Allahü teâlânın emrine muhâlif olarak kullanmasıdır. Başka bir müslümanın içki içmemesi cüz'î irâdenin Allahü teâlânın emrine göre kullanılması demektir. Bunun gibi bir insanın cüz'î irâdesini iyi veya kötü istikâmette kullanması kendi elindedir.

Kulun, cüz'î irâdesini kötü istikâmette kullanması ile, Allahü teâlâ, o kula, şer getirir. O hâlde şerri hazırlayan gene kuldur. Allahü teâlâ, zâlim değildir. Bil'akis Allahü teâlânın merhameti, bir annenin evladına olan merhametinden çok üstündür.

Bununla berâber, sebebini bilimediğimiz şerrin hikmetini ancak Allahü teâlâ bilir. Allahü teâlânın her irâdesinin ve her tecellîsinin sebebini ve hikmetini anlamak, kullar için çok zaman mümkün olmaz.

İman edilecek yani, inanılacak şeylerden sonra yapmamız gereken ibadetler gelir. İbadetlerin başında da namaz gelir. Namazın maddî ve mânevi pek çok faydası vardır. Maddî faydaları şunlardır: Hergün beş defa abdest alan müslüman, temiz bir insan demektir. Hergün, kırk defa (kırk rekât) Allahü teâlânın emri ile eğilerek secdeye kapanarak, ayağa kalkan bir insan, vücûdunun her uzvunu hareket ettiren bir idmâncı demektir. Temiz ve hareketli bir insan ömrünün her yaşında sıhhatini muhâfaza edebilir. Dikkat edilirse, ömrü boyunca namaz kılanların büyük bir ekseriyeti sağlam insanlardır.

Namazın mânevi faydasına gelince: Hergün beş defa namaz kılmak, yâni beş defa Allahü teâlânın huzuruna çıkmak, Allahü teâlâyı sık sık hâtırlamak demektir. Allahü teâlâya inanan, ondan korkan insan, onun emirlerinin dışına çıkmış ise, namaz saatlarında hatâsını anlar. O hatâyı tekrar etmekten kaçınır, kendini islâh etmek yolunu arar ve bulur.

İyi insan olmanın yolu

Sevgili kızım, namaz insanı kötülüklerden korur. Kişiyi, iyi insan haline getirir. İnsanın kendini islâh etmesi, düzeltmesi belki ilk zamanlarda kolay olmaz. Fakat, namaza devam ettikce, Allahü teâlânın emirlerini yapar ve yasaklarından kaçınır. Böylelikle kâmil bir insan, sâlih bir müslüman olmak yoluna girer.

Namaz, insanları doğru yola götürmek için en güzel bir vâsıtadır. Namaz, her müslümanı kusursuz bir insan hâline getirir. Böyle insanların meydana getirdiği topluluk da, ne mutlu bir topluluk olur.

Namaz müslümanlığın temel taşıdır. Temelsiz bir binâ sağlam olmadığı gibi, namazsız müslümanlık da günün birinde yıkılmaya mahkûmdur.

Namaz, Allahü teâlâyı sık sık hâtırlamaya sebeptir, demiştik. Namazı terk etmek, Allahü teâlâyı unutmaya sebep olur. Allahü teâlâ, kendisini unutanları affetmiyor. Kendisini unutanlara Bekara sûresinin yedinci âyetinde, meâlen “onların kalblerini mühürledik” buyurdu. Bu hâle gelmekten Allahü teâlâ, cümlemizi korusun! Âmîn.

“Namaz, işlerimizi, kazancımızı aksatıyor. Bilhassa öğle ve ikindi namazlarında abdest almak ve namaz kılmak zordur” diyenler var. Bunların bu sözleri yersizdir. Çünkü, bütün medenî memleketlerde ve her iş yerinde öğle zamanında en az bir saat, yemek zamanı ayrılmıştır. Bu zamanda abdest almak ve namaz kılmak için, onbeş dakika kâfîdir. İkindi zamanında ise, öğle abdesti ile, beş veya on dakika içinde namazını kılmak mümkindir.

Namaz, dünya ve âhıret saadetlerinin kapısını açan bir anahtardır. Bu anahtarı ele geçirmek, herkesin elindedir. Nihâyet, Allahü teâlâya inanan ve tenbel olmayan bir müslüman, bu anahtarı, elde edebilir. Bu bir irâde ve azm işidir.Namazını kılan kimse, Allahü teâlâya samimiyyetle inandığının kuvvetli bir delîlini de göstermiş olmaktadır.

Gösteriş için namaz kılmak riyâkârlıktır. Böyle namaz kabûl edilimez. Zamanımızda gösteriş için namaz kılan, hemen hemen kalmamış gibidir. Aksine, namaz kıldığını saklayanlar çoktur. Çünkü, zamanımızda, namaz kılanları, gerici, yobaz, eski kafalı gibi tahkîr edici ve küçültücü sıfatlarla alaya almak ve onları horlamak gibi hâller almış yürümüştür.

Sevgili kul olmanın şartı

Sevgili kızım, kanaat sahibi olmak Müslüman için önemlidir. Hergünkü hâlinden memnûn olmak, her hâlinden Allahü teâlâya şükür ve hamd etmek, kanaat sahibi olmak demektir. Kendinden daha iyi mevkide, kendinden daha zengin, kendinden daha kuvvetli, kendinden daha güzel bir insanı kıskanmıyarak kendi hâlinden memnûn ve râzı olan insanın evvelâ kalbi rahattır.

Sonra da, en mühimi Allahü teâlânın sevgili kuludur. Sevgili olmanın sebebi şudur: Allahü teâlânın kendisine verdiğinden memnûn ve râzıdır. Bunun için, Allahü teâlâ da, ondan râzıdır.

Kanaat, bitmez tükenmez bir hazînedir. Kanaatkâr olmayan bir zengin, kanaatkâr olan bir fakirden daha fena durumdadır. Çünkü, o zenginin kalbi rahat değildir. Kanaatkâr olan fakir ise, kalbi rahat olduğu için, sanki bir hazîne içinde yaşamaktadır.

Rıza demek, Allahü teâlâdan gelen herşeye râzı olmak demektir. Allahü teâlâdan bir felaket gelse, ona da rıza gösterir. Kimseye şikâyet etmez. Bu, her insanın yapabileceği bir iş değildir. Fakat, bunu yapabilen, büyük bir insandır.

Böyle insanlarda, Peygamberlere mahsûs sabır ve tehammül var demektir. Allahü teâlânın büyüklüğüne inandığı derecede insan, bu tehammülü ve bu rızayı gösterebilir. Gıbta edilecek bir meziyyettir.

Allahü teâlâ senede bir ay (Ramazan-ı şerif ayında) gündüzleri oruç tutmayı emretmiştir. Bu sabır ve tahammülü kuvvetlendirir. Allahü teâlâ, bu emri sebepsiz vermemiştir. Oruç, insanlara hem maddî, hem de mânevi faydalar sağlar.

Bütün bir sene, çeşidli yemekleri eritmek için, yorulan insan mi'desi ve bağırsakları, senede bir ay dinlenerek sağlığını korumuş olur. (İftârda çok yimemek şartıyla). Bu maddî faydasıdır. Mânevi faydası de şudur: Oruç tutan bir insan, aç kalmış bir insanın çektiği ızdırâbı, bizzat his ederek fakir insanlara yardım etmek ihtiyacını duyar.

Bu da, insanların birbirlerine yardım etmelerine sebep olur. Birbirlerine yardım eden insan topluluğu arasında ise çekişmeler olmaz.

Bundan başka, Allahü teâlânın emrini yerine getirmek için gündüzleri bir ay oruç tutan bir müslüman, Allahü teâlânın emirlerini yapmak itiyâdını da kazanır. Böylelikle, Allahü teâlânın başka emirlerini yapmaya da istidâd peydâ eder.

Allahın verdiğine razı olmayan kimse

Sevgili kızım, sakın haset olma, kıskançlık gösterme. Çünkü bu insanı yer bitirir. Başkasının, kendinden üstün olan herşeyini kıskanan, yani ondaki üstünlüğün, yalnız kendinde olmasını isteyen insana, kıskanc denir.

Bu hâl, insanlığın en kötü huylarından biridir. Kıskanç insan, ömrü boyunca rahatsız insandır. Böyle insanlar, kendinden aşağı olan insanı görmez de, kendinden yüksek ve varlıklı insanın her şeyini görür ve onu kıskanır.

Kıskanç insan, Allahü teâlânın kendisine verdiği şeylere râzı olmayan insan demektir. Allahü teâlânın verdiğine râzı olmayan insandan Allahü teâlâ da râzı olmaz. Allahü teâlânın bir insandan râzı olmaması ise, felaketlerin en büyüğüdür. Artık o insan, dünyada da, âhırette de hüsran içindedir. Yani zarardadır.

Bunun için, kendisinde kıskançlık ve haset duygusu olduğunu görenler yavaş yavaş bu huylarından sıyrılmalıdır. Bu pek mümkindir. İnsanlar, kendilerini istedikleri kadar islâh edebilir. Kıskançlıktan kurtulanlar rahat ve huzura kavuşur.

Bu iş, zenginlik ve fakirlik işi değildir. Bu iş, kalbin zenginliği ve fakirliği işidir. Nice fakirler vardır ki, bir lokma ekmeği kazandığı zaman, Allahü teâlâya Şükreder ve zenginlerin hâlini düşünmez bile.

Kıskanç insan, başka bir insanın kendinden iyi giyinmesini, iyi yaşamasını hazmedemez. Yani onun boyunu, posunu, güzelliğini, çalışkanlığını, başarısını kıskanır. Daha kötüsü, onun başına gelen fenalıklara sevinir. İşte bu hâl, kıskançlığın en kötü derecesidir.

Böyle insandan Allahü teâlânın yardımı kesilebilir. Daha da mahrum olurlar. İyi kalbli ve herkesin iyiliğini isteyen insan, Allahü teâlânın himâyesinde demektir.

Büyük Peygamberimizin çok güzel bir hadis-i şerifi var: “Bir müslüman, kendisine istediği bir iyiliği, başka bir müslüman için istemezse ve bir müslüman, kendisine gelecek bir kötülüğü, istemediği hâlde, o kötülüğü başka bir müslüman için isterse, onun îmanı tam değildir” buyurmuştur. Yâni, Peygamberimiz yalnız kendisini düşünenleri beğenmiyor. Başka müslümanları düşünenleri beğeniyor ve öyle yapmalarını istiyor. Düşünün bir kere; bütün dünya, Peygamberimizin bu emirlerini yapmış olsa, dünyada kavga, gürültü kalır mı?

Allahü teâlâ iyilik edenleri çok sever

Bir insanın başka bir insana, iyilik etmesi Allahü teâlânın en çok sevdiği bir hâldir. İyilik çeşidli olur. Para ile olur, vücûd yardımı ile, fikir yardımı ile ve muhtelif yollarla olur. İnsanın elinden hiçbir yardım gelmezse, Allahü teâlânın kuluna, güler yüz gösterirse, onun bile sevabı vardır.

Allahü teâlâ, “Benim kullarıma yardım edene, ben fazlasiyle yardım ederim” buyuruyor. Elinden yardım geldiği hâlde, yardımı esirgeyen insan, Allahü teâlânın indinde sevgili bir kul olabilir mi? İnsanların kalbini kırmak ise, Allahü teâlânın gadabını üzerine çekmek demektir. Bundan çok kaçınmalıdır. İnsan kalbi, Allahü teâlânın sevgisinin tecelli ettiği bir yerdir. Oraya dokunmak, çok tehlikelidir. Hele o kalbde, Allahü teâlânın korkusu ve Allahü teâlânın sevgisi varsa, onu incitmekten, son derece kaçınmalıdır.

Allahü teâlânın kullarına iyilik etmeye, güler yüz, tatlı dil ve güzel huy ile onlara kolaylık göstermeye çalışmalıdır. Bu, Allahü teâlânın rızasını kazanmanıza ve âhırette yüksek derecelere kavuşmaya sebep our. Hadis-i şerifterde,“İnsanlar Allahü teâlânın ıyâlidir, kullarıdır. Kullarına iyilik edenleri çok sever” buyuruldu.

Müslümanların ihtiyaçlarını karşılamanın ve onları sevindirmenin ve güzel huylu ve yumuşak ve sabrlı olmanın fazîletini ve sevaplarını bildiren hadis-i şerifler çoktur. Bunlardan birkaçını yazıyorum: “Müslüman, müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez. Onu sıkıntıda bırakmaz. Kardeşine yardım edene, Allahü teâlâ yardım eder. Kardeşinin sıkıntısını giderenin, Allahü teâlâ kıyâmet günü sıkıntısını giderir. Bir müslümanı sevindireni, Allahü teâlâ kıyâmet günü sevindirir”, “Din kardeşine yardım edenin yardımcısı, Allahü teâlâdır”,”Allahü teâlâ, bazı kullarını insanların ihtiyaçlarını karşılamak için yaratmıştır. Derdli olanlar, bunlara sığınırlar. Bunlar kıyâmet gününün azâbından emîndirler”, “Allahü teâlâ, bazı kullarına çok nîmetler vermiş, bunları derdli kullarına derman için sebep yapmıştır. Bu nîmetleri muhtaç olanlara vermezlerse, ellerinden alıp, başkalarına verir”, “Bir din kardeşinin ihtiyacını karşılayan kimseye Allahü teâlâ, yetmişbeş bin melek gönderir. Sabahdan akşama kadar onun için duâ ederler. Akşam ise, sabaha kadar duâ ederler. Her adımı için bir günahı, affolur ve bir derece yükseltilir”, “Bir mümin kardeşinin ihtiyacını karşılamak için giden kimseye, her adımı için yetmiş sevap verilir ve yetmiş günahı affolunur. Onu sıkıntıdan kurtarınca, anadan doğmuş gibi günahlarından kurtarılır. Bu yardımı yaparken ölürse, hesapsız olarak Cennete girer”, “Amellerin, ibâdetlerin eftali, en kıymetlisi, bir mümini sevindirmek veya elbise vermek veya aç ise doyurmak veya herhangi bir ihtiyacını karşılamaktır”

Anne hakkı, bir insan için en önemli haktır

Sevgili kızım, dünyada bir insan için, anne hakkından daha önemli bir hak yoktur. Düşünmeli ki anne, çocuğunu dokuz ay karnında taşıyor. Onu kendi kanıyla besliyor. Büyük bir ızdırab, büyük bir heyecanla onu dünyaya getiriyor. Bebek iken, onun için aylarca uykusuz kalıyor. Kendi sütü ile besliyor. Sonra, onun her yaştaki yaramazlıklarını çekiyor.

Bu zahmetler para ile, menfaat ile olur işler değildir. Bu zahmetlere anne, ancak Allahü teâlânın verdiği şefkat duygusuyla tehammül edebiliyor. Bu büyük zahmet karşısında, çocuğun annesine neler borçlu olduğu meydandadır. Çok zaman çocuk, annesinin hakkını ödeyecek zamanı ve imkânı bulamıyor. Annesine isyânkâr olan bir çocuk, artık bir âsî, bir eşkiyâdan farksız bir insan demektir.

Bu çocuğun büyüdükten sonra, annesini dinlememesi, onu üzmesi, ona eziyyet etmesi, insanı çileden çıkardığı gibi, Allahü teâlânın gadabını, cezâsını kendi üzerine çekmiş olmaz mı? Ne yazık ki pek çok çocuklar, gençliğin verdiği hoyratlık ve kadr bilimemezlik yüzünden, annelerinin haklarını çiğniyorlar. Onları üzüyorlar, böyle anneler bâzan zor durumda kalarak, çocuğu için Allahü teâlâdan bed duâ ederse, bu duâ kabûl olunabilir.

O zaman çocuk, dünyada iken bile, cezâsını çeker. Âhıretteki cezâsı ise, tasavvur edilemiyecek derecede acıdır. Biraz idrâklı ve anlayışlı olan bir çocuk, annesinin hakkını düşünebilir ve onun dediklerini seve seve yapar. Onun gönlünü kazanmaya dikkat eder.

Eğer çocuk, annesinin kalbini kırmış ise, hemen afftilemeli, bir daha onu gücendirmemeli. İkinci veya üçüncü defa annesinin kalbini kırmış ise, tekrar afftilemeli, artık bir daha gönlünü kırmamaya dikkat etmelidir. Anne hakkı üzerinde olarak âhırete gidenlerin âkıbeti çok acıdır.

Anneye hürmet ve hizmet, babadan önce gelir. Biri, Efendimize suâl etti ki:”Ya Resulallah, insanlar içinde iyilik etmeme en layık olan kimdir?” Annendir.”” Sonra?”” Annendir.” “Daha sonra?” “Babandır.” buyurdu. Peygamber Efendimiz, “İnsanlar içinde en büyük hak sahibi, erkeğin üzerine annesi, kadının üzerine de kocasıdır.”buyurdu.

Anne, kâfir bile olsa ona iyilik etmelidir! Bir kimse “Ya Resulallah, annem müşriktir. Ona iyilik etmem caiz midir?” diye sorunca, “Evet annene iyilik ve ihsanda bulun!” buyurdu.

Cihada gitmek için gelen başka birisine de, “Annenin yanından ayrılma! Cennet onun ayağı altındadır.”

En zor imtihan iffeti koruma imtihanıdır

Sevgili kızım, bir genç kız için iffet, namuskârlık çok önemlidir. Allahü teâlâ, insan neslini devam ettirmek için, erkek ve kadınları birbirlerine karşı câzib kılmıştır. Aynı zamanda, bu kuvvetli duygu karşısında, insanları dünyada çetin bir imtihana tâbi tutmuştur.

Dünyadaki kısa ömrümüz içinde, en zor imtihan iffet imtihanıdır. Bu imtihanda kazanan bir insan, dünya ve âhıretin kahramânıdır. İnsanların kemâli (yâni kusursuz olması) veya insanın düşüklüğü, daha ziyâde iffet işinde belli olur. Allahü teâlâ, Kur'an-ı kerimin birçok yerinde, iffetini muhâfaza edenlere, büyük mükâfâtlar vaat etmiş ve müjdeler vermiştir. İffetini muhâfaza etmeyenlere de, Cehennem azâbını göstermiştir.

İnsan günahlarının belki de yüzde doksanı, iffet mevzû'u içindedir. İffetsiz insan, Allahü teâlânın indinde günahkâr olduğu gibi, insan topluluğu içinde de, günahkâr ve şerefsizdir. Erkeklik ve dişilik duyguları insanlarda da, hayvânda da vardır. Hayvânlarda utanma hissi olmadığı için, onlar, bu duygularını gizlemezler. İnsanlar ise, (hayâ) şeref ve haysiyyet duygularına sahip oldukları için, erkeklik ve dişilik hislerine karşı çeşidli ve meşru yolları ararlar.

Bir insanın ve bir âilenin şerefi ve îtibar, bu duygu karşısındaki tutumu ile ölçülür. Zengin ve çok güzel bir kadın, eğer iffetsiz ise, toplumda değeri yoktur. İtibarı kırıktır. Cemiyet nazârında, o bir kötü kadındır. Fakir ve afîf bir kadın ise, her yerde, her zaman îtibarlıdır. Hurmete lâyıktır.

Bu söylediklerimiz, normal ve temiz bir cemiyetin iffet ölçüleridir. İffet kâidelerini ayaklar altına almış azgın bir hayvân sürüsü gibi, yalnız hayvânî hisleri peşinde koşan insan toplulukları, bu sözlerle alay ederler. Onlar için konuşulacak sözümüz yoktur. Yalnız onlara “Allahü teâlâ islâh etsin” diyebiliriz.

Dünyadaki pek çok rezâletler, cinâyetler, kavgalar, kıskançlıklar, hülâsa bütün fenalıklar, iffetsizlik yüzünden meydana gelmektedir.

İnsanların pek çoğu, iffetsizliğin fenalıklarını bildikleri hâlde, kendilerini bu fena yollara sapmaktan alıkoyamazlar. Bu kuvvetli duygu karşısında, insanları zabt edecek, onları selâmet yoluna çıkaracak çâreler nelerdir?

Bu, terbiye ve ahlâk mes'elesidir. Din, ahlâk demektir demiştik. Bu mühim mevzû'da da yine din terbiyesi birinci plânda rol oynamaktadır. Allahü teâlâdan korkmasını öğrenmiş, hakîkaten Allahü teâlâdan korkan bir insan iffetsiz olamaz.

Sevgili kızım, herkesten zarar gelebilir

Kızım! Belki babanın ömrü, seni korumaya kifâyet etmeyecektir. Annen, belki seni her yerde, her zaman tâkîb edemiyecektir. Bu takdîrde, sen sahipsiz, tehlikeler karşısında âciz bir mahlûk olarak, ahlâksızların elinde bir oyuncak mı olacaksın? Allahü teâlâ, seni bu âkıbetten muhâfaza etsin! Âmîn. Seni evvelâ Allahü teâlânın büyüklüğüne ve Onun himâyesine emânet ederim. Ondan sonra da, yine Allahü teâlânın sana verdiği aklını kullanarak, bu tehlikelere düşmemeye çalışmanı sana tavsiye ederim.

Kızım, öyle bir zamanda, öyle bir mekânda yaşıyacaksın ki, herkesten, her yerde sana zarar gelebilir. Bu zarar, senin parana, puluna değil, iffet, şeref ve haysiyyetinedir. Paraya olan zarar telâfî edilebilir. Mânevi zarâr, yerine konamaz.

Böyle bir zarara uğramamak için Allahın emrettiği gibi yaşamalısın. Bunun için çocuklarımıza Allahü teâlânın korkusunu öğretmeye çalışmak bizim için en başta gelen vazîfe olmalıdır.

Allahü teâlâdan korkmak için, Allahü teâlâyı iyi bilimek lâzımdır. Allahü teâlâyı bilimek için, onun büyüklüğünü ve sıfatlarını öğrenmek mecbûriyetindeyiz. Allahü teâlâyı hiç düşünmeyen bir topluluk için, Allahü teâlânın korkusuna sahip olmak kolay değildir. Allahü teâlâdan korkmak da, bir bilgi, bir çalışma ve bir gayret işidir. Durup dururken, Allahü teâlânın korkusu meydana gelmez. Bu korkuyu, Allahü teâlâ dilediği kuluna kolaylıkla da verir. Allahü teâlâdan korkmak, bir insan için iyi alâmettir.

Bilhâssa büyük şehirlerde iffet işi tehlikeli bir istikâmettedir. Bir genç kızın, kendi başına yalnız kendi aklı ve idrâki ile iffetini muhâfaza etmesi, cidden güçtür. O genç kız, (eğer biraz da güzelse), hâtıra ve hayâle gelmeyen tehlikelerle çevrilimiş demektir.

Bu tehlike, mektepte, yollarda, otobüste, komşularda, hattâ evinin içinde yakasını bırakmaz. Hele o kızcağız kadınlık duygusuna karşı koymasını bilimeyecek derecede zayıf ahlâklı ise, o zaman tehlike iki misli artmış demektir.

İşte bunun içindir ki, genç kızın beş dakikasını bile kontrolsüz,korumasız bırakmak aslâ uygun değildir. Ev içinde anne kontrolu, ev dışında baba kontrolu onları, koruyucu melek gibi tâkîb etmelidir.

Kızım, şerefli yaşamak cidden çok zordur

Sevgili kızım, cemiyet içinde öyle haşarât (öyle ahlâksızlar) vardır ki, bunların içinde genç kadın ve genç kız için şerefi ile yaşamak cidden güç olur. Bunun güçlüğü, yalnız başkalarından değil, bizzat kendi varlığından gelmektedir. Eğer sen de, kadınlık duygusunun te'sîri altında kalır ve kendine hâkim olamazsan, iffetsizliğin ve ahlâksızlığın çukuruna düşersin. Bu çukura düşenlerden kurtulabilen azdır.

Sen kadınlık duyguna karşı haysiyyetli ve meşru yolları aramalısın! Sen de, herkes gibi, evlenebilirsin. Ahlâkın güzel olduktan sonra evlenmemek için, hiçbir sebep yok demektir. Evlenmeden evvel, birçok kızların yaptığı gibi, flört yapmaya aslâ heves etme! Bu tecrîbe mutlak tehlikelidir. Esasen flört yapılan insanla evlenmek, çok zaman saadeti getirmez.

İffeti muhâfaza için, ikinci bir çâre, genç erkek ve genç kızı zamanında evlendirmektir. Üçüncü çâre, iffeti zedeliyecek her yerden uzaklaşmak yoludur. Meselâ kız ve erkek toplulukları, onlarla berâber gezintiler, danslar, plâja gitmek, ahlâksız ve zayıf insanlarla arkadaşlık etmek vesâire gibi genç kız veya kadını baştan çıkarma yollarının her çeşidinden uzak durmak, tehlikeden uzaklaşmak demektir.

Gençliğin hakkı veya eğlence ismi altındaki bu gibi davranışlar, genç kızı veya kadını elde etmek için birer tuzaktır. Bunun tuzak olduğuna inanmayan bir genç kız, tuzağın içine düştükten sonra, aklı başına gelir. Fakat iş işten geçmiştir.

Yukarıda saydığımız eğlence veya tuzağın zâhirî güzelliğine ve câzibesine kapılan kızlar, erkeklerin elinde yavaş yavaş veya çabucak birer oyuncak hâline gelir. En kendine güvenen bir kız bile, onların karşısında sonuna kadar mukâvemet edemez. Yakışıklı bir erkeğin aldatıcı tebessümü karşısında, mağlup olabilir. Artık o kız, tuzağa düşmüş demektir. Hele bunu kız kendisi de istemiş ise, artık tehlikenin içine girmiştir. O tuzaktan kurtulan pek azdır veya yoktur.

Hâlbuki, o tuzak dediğimiz eğlence yerlerine gitmemek daha kolay bir iştir. (Göz görmeyince, gönül tehammül eder) diye bir atasözü vardır. Oraya gitmeyen bir genç kız, oranın câzibesinden ve tehlikesinden kurtulmuş olur. Giderse, kurtulmak da kolay değildir. Bunu nasihat olsun diye söylemiyoruz. Tecrübelere güvenerek söylüyoruz.

İffet, bir genç kızın veya kadının, değeri milyonlar eden, bir mücevheridir. Bu mücevheri ele geçirmek için, Allahü teâlâdan korkmayan her erkek bütün şeytanlığını kullanır. Ele geçirdikten sonra, maksadına erişmiştir. Artık o, mücevherlikten çıkmış, âdî bir taş olmuştur. Sokağa atılıverir. Bu alışverişte, erkek, bir nâmus hırsızıdır. Kadın ise, mücevherini çaldırmış, bir zavallıdır.

Genç bir kızın giyinişi nasıl olmalı?

Sevgili kızım, genç kız, fazla göze çarpmıyacak tarzda temiz ve ciddî bir kıyâfette görünmelidir. Kendini beğendirmek için, fazla süslenmek, ahlâk hakkında şüphe uyandırır.

Erkeklere kendini beğendirmek için, kızın bazı uzvlarını, göğsünü veya bacaklarını teşhîr etmesi, düşük bir ahlâkın belirtisidir.

Kendisinin ve âilesinin şeref ve haysiyyetini düşünen bir kızın, ciddî giyinmesi şarttır. Bir kız mümkün mertebe beden hatlarını belirsiz bir hâlde gösterecek tarzda giyinmesi, onun bir ciddî ev kızı olduğuna delîl sayılır. (Müslüman kızı nasıl giyinmelidir? Bunun cevabı, Seadet-i Ebediye’ninbirinci kısm, ellisekizinci maddede yazılıdır.)

Yapmacıksız olarak mütevâzi, iddiâsız ve terbiyeli bir tavr, genç kıza en yakışan bir davranıştır. Bir genç kızın etrâfındaki insanları hiçe sayan saygısız ve küstah davranışları terbiyesizlik alâmetidir. İyi ahlâklı ve normal bir kız, bir erkeğe dikkatle ve alâka ile bakmaz. Mecbûriyet yoksa ve mümkün ise, bakmamak en sâlim bir harekettir. Bunu da, sun'î olarak değil, tabî'î olarak yapmalıdır.

Bir kızın genç bir erkeğin yüzüne pervâsızca bakması, küstah ve mütecâviz erkeklere, bu tip kızlara musallat olmak için, cesaret verir. Kızın, bir erkeğe Ümit verecek tarzda davranışı, o kıza felaket getirebilir. İinsanların, yüzlerindeki değişiklik kadar huy ve ahlâkları da değişiktir. Güzel ve iyi yüzlü insan, mutlaka iyi ahlâklı insan demek değildir.

Alâka toplamak ister gibi, değişik bir edâ ve hoppa bir tavır ile yürümek iyi bir intibâ bırakmaz. Böyleleri, alay mevzû'u ve gülünç olur. Bir kızın giyinişi, yürüyüşü ve hareket tarzları, onun dînî inanışı, ahlâkı ve karakteri hakkında, bir fikir verebilir.

Yâ Rabbî! Senin lutf ve kerem ve inayetinle, büyük sıkıntılar görmeden, uzun bir ömür yaşadım. Artık sana rücû' etmek zamanım pek yakın. Bundan sonraki, dünya ve âhıret hayatımın safhaları şu olacak:Dünya elemleri, sekerât-ül-mevt, kabir hayatı, haşr âlemi, mükâfât ve mücâzât ihtimalleri...

Yâ Rabbî! Sana inanıyorum. Kitabında bildirdiğin gibi inanıyorum. Kitabına ve Resûlüne inanıyorum. Hudûdsuz büyüklüğünü anlatan kâinâtı, gözlerimle görüyorum. Azametini, bana ihsân ettiğin aklımla, anlıyorum. Günahlarımın, af ve magfiret deryan içinde, bir damla bile olmadığını da, biliyorum. Yâ Rabbî! Sen affetmeyi seviyorsun. Beni de, affettiğin kulların içine al! Sen Gafûrürrahîmsin yâ Rabbî! (Seadet-i Ebediyye kitabından alınmıştır.)
 
Üst Alt