Ezan oldum dinmedim, bayrak oldum inmedim, şehit oldum ölmedim. Adım Müslüman soyadım Türk benim...
  • ULVİ HOCAM NURKUL HOCAM 4383 GÜN 12 YIL OLDU LÜTFEN GELİN SİZİ ÇOK ÖZLEDİK.. İlimyuvası Yönetim İletişim ilimyuvasi.com@gmail.com

Hiç bir şey yokken o vardı

incinme

Uzman Çavuş
hiç bir şey yokken o vardı Hiçbir şey yoktu… Ama hiçbir şey… Ne arş, ne kürsü, ne ay, ne güneş, ne yıldızlar, ne göller, ne ağaçlar, ne kuşlar, ne cennet, ne melekler, ne ins ne cinn, ne dünya ne de kâinat… Yalnız O! Her şeyi bilen… EL-ALİM. Yalnız O! Hüküm sahibi… EL-HAKEM. Yalnız O! Azameti en büyük olan… EL-AZİM. Yalnız O! Üstün ve kuvvetli olan… EL-AZİZ. Yalnız O! Şanı büyük ve yüksek olan… EL-MECİD. Yalnız O! Kudret sahibi… EL-KADİR. Yalnız O! Ebedi olan… EL-BAKİ. Yalnız O! Her şeyin tek sahibi… EL-MELİK. Yalnız O! Bir tek O! ALLAH… Azze ve Celle… Ve Allah: “ ben bilinmez bir hazineydim, bilinmek istedim.” Buyurarak O’nu ilk bilecek ve ilk itaat edecek nuru yarattı. Ve aklımıza hemen asr-ı saadet döneminden Hz. Cabir (r.a) gelir… Bir gün Cabir bin Abdullah el-ensari, peygamberimize gelir ve şöyle der:” Ey Allah’ın Resulü, anam-babam feda olsun sana, her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Hz. ALLAH mahlûkatı yaratmadan önce neyi yarattı? Bunun üzerine Resulullah efendimiz şöyle buyurdular:”Her türlü noksanlıklardan münezzeh olan Yüce ALLAH, tüm mahlûkatı yaratmadan önce, peygamberinin nurunu kendi nurundan yarattı. O nur Yüce ALLAH’IN dilediği kadar o haliyle kaldı. O nur yaratıldığı zaman mahlûkattan hiçbir şey yoktu; levh-i mahfuz, kalem, cennet, cehennem, melekler, yerler ve semalar, güneşler, ay, insan ve cinn… Kısacası hiçbir şey mevcut değildi. Hz. Allah mahlûkatı yaratmak istediği zaman o nuru 4 kısma ayırdı. Birinci bölümden kalemi, ikinci bölümden levh-i mahfuzu, üçüncü bölümden ise arş-ı azam’ı yarattı. Hz. Allah kalemi yarattığı zaman 100 boğum halinde yarattı. Öyle ki bir boğumla diğer boğum arasında 50 senelik mesafe vardı. Ve Hz. Allah o kaleme yazmasını buyurduğu zaman, kalem:” Ne yazayım YA RABB? diye sordu. Yüce Allah da:” LA İLAHE İLLALLAH, MUHAMMEDÜR RESULULLAH “ yaz diye buyurdu. Bunun üzerine kalem şöyle dedi:” bu MUHAMMED ismi ne güzel ve yüce bir isimdir ki, O’nu kendi isminizle andınız. Bu isim hangi kutsal kişinin ismidir?”
Hz. Allah:” Ey kalem! O’nu büyük bir edeple yaz! O isim, benim habibimin ismidir ki; Arş’ı, Levh’i ve ey kalem seni dahi O’nun nurundan yarattım. Eğer O olmasaydı, şu anda hiçbir mahlûkatı yaratmazdım. Deyince, Allah’ın heybetinden kalem çatlayıp yarıldı.
O sözün söylenen kısmı kesildi. Her halde bunun içindir ki kalem yarılıp kesilmedikçe hiçbir şey yazılmamakta… Bunda anlatılmak istenen bir gaye de MUHAMMED ümmetinin Resulullah Efendimizi ta’zim ve Tekrim ederken O’nun sünnetini yerine getirirken edeplerine aykırı hareketten sakınmaları içindir. Ve nihayet HZ. ALLAH O nurun dördüncü bölümünü dört kısma ayırarak birinciden arş’ı, ikinciden kürsü’yü üçüncüden de melekleri yarattı.
Dördüncü kısma gelince yine dörde ve yine dörde… Ve Hz. ALLAH dördüncü nurdan Hz. Peygamber’i kendi ruhundan yarattı. O güzel Ruh, bütün yaratılanlardan tam üç yüz altmış bin yıl önce yaratıldı. Hz. ALLAH, O’nu dünyadaki o güzel şekli mübarek yüzlerinin biçimi ile tasvir etmiştir. Ve O’na peygamberlik vererek O’nu herkesten ayırıp HABİB kıldı. Bütün mahlûkattan seçkin ve mübarek kılarak kendisine ayrı bir makam verdi. Mübarek başına ibadet ve takva tacını takıp, hidayet örtüsünü giydirdi.
Sonra O’nu “HABİBULLAH, Allah’ın sevgilisi” ismiyle isimlendirdi. Ve Hz. ALLAH insanların Efendisi, kâinatın sultanı, peygamberlerin imamı, Habib-i Zişan Efendimizi yaratmak istediğinde, Cebrail (a.s.) şöyle buyurdu: “Ey Cebrail! Yerin en güzel ve en temiz yerinden bir avuç toprak getir.” Buyurdu. Bu emir üzerine Cebrail (a.s.), diğer meleklerle birlikte yeryüzüne gelip, en temiz ve en güzel toprağı olan bir yer aramaya başladılar. Sonunda Resulullah Efendimiz’in hoş kokulu, şimdiki kabirlerinin bulunduğu yerden bir avuç toprak alıp getirdiler. Şanı yüce olan ALLAH, Cennet ırmaklarından Tensim Suyu ile yoğurup bembeyaz bir inci şekline soktu. Sonra O’nu ulu cennetlerin içindeki ırmakların tümüne daldırıp, yedi kat gökleri ve yerleri dolaştırdı. Böylece Cebrail (a.s.) O’nu yüce sıfatlarıyla övüp, medh-ü senada bulundu. Ve Ulu ALLAH’IN katında makbul, mükerrem, her şeyden üstün bir fazilet sahibi olduğunu bütün yeryüzündeki ve gökyüzündeki yaratıklarına beyan etti. Ve Hz. ALLAH Âdem (a.s)’ı yaratır. Ve Habibullah’ın o güzel ve beyaz nurunu Hz. Âdem(a.s)’in alnına koyar. Ve Hz. ALLAH Hz. Âdem(a.s)’den söz alır ve şöyle der:” Ey Âdem! Bütün evlatlarına öğüt ver ki onlar, kadınların en temiziyle nikâh kıysınlar. O nuru kötülükten koruyup O’na saygı ve sevgi göstererek ta’zim etsinler.” Bunun için onlardan söz alındı. Ve Hz. Âdem (a.s)’den bu nur Şit (a.s.)’a geçer. Şit (a.s.)’dan oğlu Anuş’a, ondan Kayna’ya, ondan Mehlag ile o nur oğlu yerde’ye ve o nur taki İbrahim (a.s.)’a kadar gelir. Ondan da o pak nur, İsmail (a.s.)’a geçer. Temiz bir soy ile Habibullah’ın Hz. Abdullah’ın alnına gelmiştir. O nur Abdullah’a öyle bir güzellik vermiştir ki; Mekke’nin bütün kızları O’nunla evlenmek için can atmaktaydılar. Ama O nur öyle pak ve temizdi ki, dünyanın en hayırlı, en iffetli ve en temiz kadını aranmaktaydı. Çünkü Allah’ın Sevgilisine anne olacaktı. Ve Abdimenaf oğlu Veheb’in kızı Âmine Sultan uygun görüldü. Çünkü o zamana kadar hiçbir erkeğin görmediği, hiçbir gözün erişmediği, dünyanın en şerefli kadınıydı. Hz. Abdullah ve Hz. Amine’nin Receb ayının ilk Cuma günü Regaib gecesi nikâhları kıyılır. Ve izdivaç vaki olur. Ve o nur, Mekke şehrinde ana rahmine düşer. Hz. Allah (c.c.) Cennetin hazinedarı Hz. Rıdvan’a der ki:” Ey Rıdvan! Yüce Cennetin kapıların aç! MUHAMMED’İN gelişini bütün cennet ehline müjdele! Yerde ve gökte münadiler çıkart! Ey gökyüzünde oturanlar, ey dünyada yaşayanlar! Hepiniz bilin ki o gizli olan nur-i MUHAMMEDİ bu gece ana rahmine indi. Müjdeci ve ceza ile korkutarak, öğütücü ve âlemlere rahmet olarak dünyayı şereflendirdi.” Resul-i Zişan Efendimiz ana karnında altı aylık olmuştu. O zamanlarda Mekke’de kıtlık hüküm sürüyordu. Babası Abdullah Medine’ye hurma getirmeye kervanla gider. Ama geri dönemez. Medine ‘den dönerken, Hz. Abdullah hayata gözlerini yumar. Ve Resulullah öksüz kalmıştır. Yeryüzündeki ve gökyüzündeki melekler üzülüp Hz. Allah’a şöyle niyaz ettiler:” Ey Rabbimiz! Bütün kullarının içinden herkesten zayıf bir durumda iken âlemleri bile O’nun hürmetine yarattığın bu sevgili Muhammed’i böyle ana karnında öksüz bırakmanın hikmeti nedir?”
Meleklerin bu üzüntüsü karşısında Hz. Allah buyurur:” Baba çocuğunu büyütüp terbiye etmek için gereklidir. Benim Habibimin benden başkasının O’nu büyütüp terbiye etmesine, korumasına ihtiyacı yoktur. Çünkü O’na gerçekten yardım edip koruyan benim.” Bu konuyla ilgili Peygamber efendimiz şöyle buyurdular:” Allah-u Teala beni en güzel terbiye, en güzel ahlak ve kâmil bir akılla vasıflandırmıştır.” Ve günler günleri, aylar ayları kovalamaktaydı. Ve Rebiulevvel ayının on ikinci gecesi gelmişti. Âmine annemiz evde tek başına, dedesi Abdülmuttalib Kâbe’de Tavaf etmekteydi. Hz. Âmine aniden korkmuştu. Bir gürültü ve ses işitmişti. Yüreğini korku kaplamıştı. Çünkü çok büyük bir şey görmüştü. Fakat gördüğü şeyin bembeyaz bir kuş olduğunu görünce, bütün korkusu kalbinden silinip gitti. Sonra O’na bir kâse içinde kardan beyaz şerbet verdiler. Şerbeti içtiğinde, yüreğinin bir nur ile dolduğunu ve içini büyük bir ferahlık kaplamıştı. Bundan sonra ise selvi gibi uzun boylu, güzel yüzlü huri kızları gördü. Etrafındaki bu eşsiz güzel kızların olsa olsa Abdimenaf oğullarının kızlarıdır. Dedi kendi kendine… Çevresine halka kurup oturdular. Bunları görünce şaşkınlığı büsbütün artmıştı. Gelenler dedi ki ben Âdem’in eşi Havva’yım, diğeri de ben İbrahim’in eşi Sare’yim, diğeri ben firavunun karısı Asiye’yim, birisi de ben İmranın kızı, İsa’nın annesi Meryem’im… Bu gördüğün kızlar da cennet hurileridirler. Dünyaya gelecek olan yüce Peygamberi ta’zim etmek, saygı göstermek için geldik dediler. Artık yerde ve gökte tüm hazırlıklar yapılmıştı. Tüm kâinat o nur-u MUHAMMEDİ nin dünyaya gelme anını beklemekteydi. Zaman durmuş, kâinat sessizliğe bürünmüştü. YÜCE ALLAH’IN emri beklenmekteydi.
Ve Hz. ALLAH izin verir, dünyaya geliş zamanı gelmiştir. Bu gelen yaratılmışların ilki, bu gelen peygamberlerin seyidi, bu gelen Fatıma’nın babası, bu gelen Aişe’nin goncası, bu gelen Ebubekr’in sırdaşı, bu gelen ümmetinin göz bebeği ve göbek bağı kesilmiş, sünnet olmuş bir vaziyette dünyaya geldi. Alnı secdede şahadet parmağını kaldırmış bir vaziyette dudaklarından şu cümleler dökülüyordu:”LA İLAHE İLLALLAH İNNİ RESULULLAH, ÜMMETİ ÜMMETİ ÜMMETİ”

Hoş geldin ya Resulullah. Senden 1400 yıl sonra bile seni aramaktayız Bizler seni göremedik bir kere olsa bile rüyamıza gel Ey Nebi. Bizler senin kokunu duyamadık ama Senin kokukunu taşıyanı aradık bulduk. Senin yerine o nu kokladık onun izinde seni aradık Bizler Gavs-ı Sanide seni bulduk Bizleri ondan ayırmasın ALLAH onunla beraber sana Gelmeyi Nasib etsin ALLAH:52: Amin

Hamd olsun alemlerin Rabbine
sAlat ve selam nurundAn yarAttığın habibine olsun
Allahümme salli Ala muhammedin ve ala ali seyyidina Muhammed
alıntı...
 

polathoca

Uzman Onbaşı
hiç bir şey yokken o vardı Hiçbir şey yoktu… Ama hiçbir şey… Ne arş, ne kürsü, ne ay, ne güneş, ne yıldızlar, ne göller, ne ağaçlar, ne kuşlar, ne cennet, ne melekler, ne ins ne cinn, ne dünya ne de kâinat… Yalnız O! Her şeyi bilen… EL-ALİM. Yalnız O! Hüküm sahibi… EL-HAKEM. Yalnız O! Azameti en büyük olan… EL-AZİM. Yalnız O! Üstün ve kuvvetli olan… EL-AZİZ. Yalnız O! Şanı büyük ve yüksek olan… EL-MECİD. Yalnız O! Kudret sahibi… EL-KADİR. Yalnız O! Ebedi olan… EL-BAKİ. Yalnız O! Her şeyin tek sahibi… EL-MELİK. Yalnız O! Bir tek O! ALLAH… Azze ve Celle… Ve Allah: “ ben bilinmez bir hazineydim, bilinmek istedim.” Buyurarak O’nu ilk bilecek ve ilk itaat edecek nuru yarattı. Ve aklımıza hemen asr-ı saadet döneminden Hz. Cabir (r.a) gelir… Bir gün Cabir bin Abdullah el-ensari, peygamberimize gelir ve şöyle der:” Ey Allah’ın Resulü, anam-babam feda olsun sana, her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Hz. ALLAH mahlûkatı yaratmadan önce neyi yarattı? Bunun üzerine Resulullah efendimiz şöyle buyurdular:”Her türlü noksanlıklardan münezzeh olan Yüce ALLAH, tüm mahlûkatı yaratmadan önce, peygamberinin nurunu kendi nurundan yarattı. O nur Yüce ALLAH’IN dilediği kadar o haliyle kaldı. O nur yaratıldığı zaman mahlûkattan hiçbir şey yoktu; levh-i mahfuz, kalem, cennet, cehennem, melekler, yerler ve semalar, güneşler, ay, insan ve cinn… Kısacası hiçbir şey mevcut değildi. Hz. Allah mahlûkatı yaratmak istediği zaman o nuru 4 kısma ayırdı. Birinci bölümden kalemi, ikinci bölümden levh-i mahfuzu, üçüncü bölümden ise arş-ı azam’ı yarattı. Hz. Allah kalemi yarattığı zaman 100 boğum halinde yarattı. Öyle ki bir boğumla diğer boğum arasında 50 senelik mesafe vardı. Ve Hz. Allah o kaleme yazmasını buyurduğu zaman, kalem:” Ne yazayım YA RABB? diye sordu. Yüce Allah da:” LA İLAHE İLLALLAH, MUHAMMEDÜR RESULULLAH “ yaz diye buyurdu. Bunun üzerine kalem şöyle dedi:” bu MUHAMMED ismi ne güzel ve yüce bir isimdir ki, O’nu kendi isminizle andınız. Bu isim hangi kutsal kişinin ismidir?”
Hz. Allah:” Ey kalem! O’nu büyük bir edeple yaz! O isim, benim habibimin ismidir ki; Arş’ı, Levh’i ve ey kalem seni dahi O’nun nurundan yarattım. Eğer O olmasaydı, şu anda hiçbir mahlûkatı yaratmazdım. Deyince, Allah’ın heybetinden kalem çatlayıp yarıldı.
O sözün söylenen kısmı kesildi. Her halde bunun içindir ki kalem yarılıp kesilmedikçe hiçbir şey yazılmamakta… Bunda anlatılmak istenen bir gaye de MUHAMMED ümmetinin Resulullah Efendimizi ta’zim ve Tekrim ederken O’nun sünnetini yerine getirirken edeplerine aykırı hareketten sakınmaları içindir. Ve nihayet HZ. ALLAH O nurun dördüncü bölümünü dört kısma ayırarak birinciden arş’ı, ikinciden kürsü’yü üçüncüden de melekleri yarattı.
Dördüncü kısma gelince yine dörde ve yine dörde… Ve Hz. ALLAH dördüncü nurdan Hz. Peygamber’i kendi ruhundan yarattı. O güzel Ruh, bütün yaratılanlardan tam üç yüz altmış bin yıl önce yaratıldı. Hz. ALLAH, O’nu dünyadaki o güzel şekli mübarek yüzlerinin biçimi ile tasvir etmiştir. Ve O’na peygamberlik vererek O’nu herkesten ayırıp HABİB kıldı. Bütün mahlûkattan seçkin ve mübarek kılarak kendisine ayrı bir makam verdi. Mübarek başına ibadet ve takva tacını takıp, hidayet örtüsünü giydirdi.
Sonra O’nu “HABİBULLAH, Allah’ın sevgilisi” ismiyle isimlendirdi. Ve Hz. ALLAH insanların Efendisi, kâinatın sultanı, peygamberlerin imamı, Habib-i Zişan Efendimizi yaratmak istediğinde, Cebrail (a.s.) şöyle buyurdu: “Ey Cebrail! Yerin en güzel ve en temiz yerinden bir avuç toprak getir.” Buyurdu. Bu emir üzerine Cebrail (a.s.), diğer meleklerle birlikte yeryüzüne gelip, en temiz ve en güzel toprağı olan bir yer aramaya başladılar. Sonunda Resulullah Efendimiz’in hoş kokulu, şimdiki kabirlerinin bulunduğu yerden bir avuç toprak alıp getirdiler. Şanı yüce olan ALLAH, Cennet ırmaklarından Tensim Suyu ile yoğurup bembeyaz bir inci şekline soktu. Sonra O’nu ulu cennetlerin içindeki ırmakların tümüne daldırıp, yedi kat gökleri ve yerleri dolaştırdı. Böylece Cebrail (a.s.) O’nu yüce sıfatlarıyla övüp, medh-ü senada bulundu. Ve Ulu ALLAH’IN katında makbul, mükerrem, her şeyden üstün bir fazilet sahibi olduğunu bütün yeryüzündeki ve gökyüzündeki yaratıklarına beyan etti. Ve Hz. ALLAH Âdem (a.s)’ı yaratır. Ve Habibullah’ın o güzel ve beyaz nurunu Hz. Âdem(a.s)’in alnına koyar. Ve Hz. ALLAH Hz. Âdem(a.s)’den söz alır ve şöyle der:” Ey Âdem! Bütün evlatlarına öğüt ver ki onlar, kadınların en temiziyle nikâh kıysınlar. O nuru kötülükten koruyup O’na saygı ve sevgi göstererek ta’zim etsinler.” Bunun için onlardan söz alındı. Ve Hz. Âdem (a.s)’den bu nur Şit (a.s.)’a geçer. Şit (a.s.)’dan oğlu Anuş’a, ondan Kayna’ya, ondan Mehlag ile o nur oğlu yerde’ye ve o nur taki İbrahim (a.s.)’a kadar gelir. Ondan da o pak nur, İsmail (a.s.)’a geçer. Temiz bir soy ile Habibullah’ın Hz. Abdullah’ın alnına gelmiştir. O nur Abdullah’a öyle bir güzellik vermiştir ki; Mekke’nin bütün kızları O’nunla evlenmek için can atmaktaydılar. Ama O nur öyle pak ve temizdi ki, dünyanın en hayırlı, en iffetli ve en temiz kadını aranmaktaydı. Çünkü Allah’ın Sevgilisine anne olacaktı. Ve Abdimenaf oğlu Veheb’in kızı Âmine Sultan uygun görüldü. Çünkü o zamana kadar hiçbir erkeğin görmediği, hiçbir gözün erişmediği, dünyanın en şerefli kadınıydı. Hz. Abdullah ve Hz. Amine’nin Receb ayının ilk Cuma günü Regaib gecesi nikâhları kıyılır. Ve izdivaç vaki olur. Ve o nur, Mekke şehrinde ana rahmine düşer. Hz. Allah (c.c.) Cennetin hazinedarı Hz. Rıdvan’a der ki:” Ey Rıdvan! Yüce Cennetin kapıların aç! MUHAMMED’İN gelişini bütün cennet ehline müjdele! Yerde ve gökte münadiler çıkart! Ey gökyüzünde oturanlar, ey dünyada yaşayanlar! Hepiniz bilin ki o gizli olan nur-i MUHAMMEDİ bu gece ana rahmine indi. Müjdeci ve ceza ile korkutarak, öğütücü ve âlemlere rahmet olarak dünyayı şereflendirdi.” Resul-i Zişan Efendimiz ana karnında altı aylık olmuştu. O zamanlarda Mekke’de kıtlık hüküm sürüyordu. Babası Abdullah Medine’ye hurma getirmeye kervanla gider. Ama geri dönemez. Medine ‘den dönerken, Hz. Abdullah hayata gözlerini yumar. Ve Resulullah öksüz kalmıştır. Yeryüzündeki ve gökyüzündeki melekler üzülüp Hz. Allah’a şöyle niyaz ettiler:” Ey Rabbimiz! Bütün kullarının içinden herkesten zayıf bir durumda iken âlemleri bile O’nun hürmetine yarattığın bu sevgili Muhammed’i böyle ana karnında öksüz bırakmanın hikmeti nedir?”
Meleklerin bu üzüntüsü karşısında Hz. Allah buyurur:” Baba çocuğunu büyütüp terbiye etmek için gereklidir. Benim Habibimin benden başkasının O’nu büyütüp terbiye etmesine, korumasına ihtiyacı yoktur. Çünkü O’na gerçekten yardım edip koruyan benim.” Bu konuyla ilgili Peygamber efendimiz şöyle buyurdular:” Allah-u Teala beni en güzel terbiye, en güzel ahlak ve kâmil bir akılla vasıflandırmıştır.” Ve günler günleri, aylar ayları kovalamaktaydı. Ve Rebiulevvel ayının on ikinci gecesi gelmişti. Âmine annemiz evde tek başına, dedesi Abdülmuttalib Kâbe’de Tavaf etmekteydi. Hz. Âmine aniden korkmuştu. Bir gürültü ve ses işitmişti. Yüreğini korku kaplamıştı. Çünkü çok büyük bir şey görmüştü. Fakat gördüğü şeyin bembeyaz bir kuş olduğunu görünce, bütün korkusu kalbinden silinip gitti. Sonra O’na bir kâse içinde kardan beyaz şerbet verdiler. Şerbeti içtiğinde, yüreğinin bir nur ile dolduğunu ve içini büyük bir ferahlık kaplamıştı. Bundan sonra ise selvi gibi uzun boylu, güzel yüzlü huri kızları gördü. Etrafındaki bu eşsiz güzel kızların olsa olsa Abdimenaf oğullarının kızlarıdır. Dedi kendi kendine… Çevresine halka kurup oturdular. Bunları görünce şaşkınlığı büsbütün artmıştı. Gelenler dedi ki ben Âdem’in eşi Havva’yım, diğeri de ben İbrahim’in eşi Sare’yim, diğeri ben firavunun karısı Asiye’yim, birisi de ben İmranın kızı, İsa’nın annesi Meryem’im… Bu gördüğün kızlar da cennet hurileridirler. Dünyaya gelecek olan yüce Peygamberi ta’zim etmek, saygı göstermek için geldik dediler. Artık yerde ve gökte tüm hazırlıklar yapılmıştı. Tüm kâinat o nur-u MUHAMMEDİ nin dünyaya gelme anını beklemekteydi. Zaman durmuş, kâinat sessizliğe bürünmüştü. YÜCE ALLAH’IN emri beklenmekteydi.
Ve Hz. ALLAH izin verir, dünyaya geliş zamanı gelmiştir. Bu gelen yaratılmışların ilki, bu gelen peygamberlerin seyidi, bu gelen Fatıma’nın babası, bu gelen Aişe’nin goncası, bu gelen Ebubekr’in sırdaşı, bu gelen ümmetinin göz bebeği ve göbek bağı kesilmiş, sünnet olmuş bir vaziyette dünyaya geldi. Alnı secdede şahadet parmağını kaldırmış bir vaziyette dudaklarından şu cümleler dökülüyordu:”LA İLAHE İLLALLAH İNNİ RESULULLAH, ÜMMETİ ÜMMETİ ÜMMETİ”

Hoş geldin ya Resulullah. Senden 1400 yıl sonra bile seni aramaktayız Bizler seni göremedik bir kere olsa bile rüyamıza gel Ey Nebi. Bizler senin kokunu duyamadık ama Senin kokukunu taşıyanı aradık bulduk. Senin yerine o nu kokladık onun izinde seni aradık Bizler Gavs-ı Sanide seni bulduk Bizleri ondan ayırmasın ALLAH onunla beraber sana Gelmeyi Nasib etsin ALLAH:52: Amin

Hamd olsun alemlerin Rabbine
sAlat ve selam nurundAn yarAttığın habibine olsun
Allahümme salli Ala muhammedin ve ala ali seyyidina Muhammed
alıntı...
allah ve resulu razı olsun kardeşim bizi ihya ettin rabbimde seni ihya etsin inşallaha.allahumme salli ala seyyidina muhammed.
 

polathoca

Uzman Onbaşı
hiç bir şey yokken o vardı Hiçbir şey yoktu… Ama hiçbir şey… Ne arş, ne kürsü, ne ay, ne güneş, ne yıldızlar, ne göller, ne ağaçlar, ne kuşlar, ne cennet, ne melekler, ne ins ne cinn, ne dünya ne de kâinat… Yalnız O! Her şeyi bilen… EL-ALİM. Yalnız O! Hüküm sahibi… EL-HAKEM. Yalnız O! Azameti en büyük olan… EL-AZİM. Yalnız O! Üstün ve kuvvetli olan… EL-AZİZ. Yalnız O! Şanı büyük ve yüksek olan… EL-MECİD. Yalnız O! Kudret sahibi… EL-KADİR. Yalnız O! Ebedi olan… EL-BAKİ. Yalnız O! Her şeyin tek sahibi… EL-MELİK. Yalnız O! Bir tek O! ALLAH… Azze ve Celle… Ve Allah: “ ben bilinmez bir hazineydim, bilinmek istedim.” Buyurarak O’nu ilk bilecek ve ilk itaat edecek nuru yarattı. Ve aklımıza hemen asr-ı saadet döneminden Hz. Cabir (r.a) gelir… Bir gün Cabir bin Abdullah el-ensari, peygamberimize gelir ve şöyle der:” Ey Allah’ın Resulü, anam-babam feda olsun sana, her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olan Hz. ALLAH mahlûkatı yaratmadan önce neyi yarattı? Bunun üzerine Resulullah efendimiz şöyle buyurdular:”Her türlü noksanlıklardan münezzeh olan Yüce ALLAH, tüm mahlûkatı yaratmadan önce, peygamberinin nurunu kendi nurundan yarattı. O nur Yüce ALLAH’IN dilediği kadar o haliyle kaldı. O nur yaratıldığı zaman mahlûkattan hiçbir şey yoktu; levh-i mahfuz, kalem, cennet, cehennem, melekler, yerler ve semalar, güneşler, ay, insan ve cinn… Kısacası hiçbir şey mevcut değildi. Hz. Allah mahlûkatı yaratmak istediği zaman o nuru 4 kısma ayırdı. Birinci bölümden kalemi, ikinci bölümden levh-i mahfuzu, üçüncü bölümden ise arş-ı azam’ı yarattı. Hz. Allah kalemi yarattığı zaman 100 boğum halinde yarattı. Öyle ki bir boğumla diğer boğum arasında 50 senelik mesafe vardı. Ve Hz. Allah o kaleme yazmasını buyurduğu zaman, kalem:” Ne yazayım YA RABB? diye sordu. Yüce Allah da:” LA İLAHE İLLALLAH, MUHAMMEDÜR RESULULLAH “ yaz diye buyurdu. Bunun üzerine kalem şöyle dedi:” bu MUHAMMED ismi ne güzel ve yüce bir isimdir ki, O’nu kendi isminizle andınız. Bu isim hangi kutsal kişinin ismidir?”
Hz. Allah:” Ey kalem! O’nu büyük bir edeple yaz! O isim, benim habibimin ismidir ki; Arş’ı, Levh’i ve ey kalem seni dahi O’nun nurundan yarattım. Eğer O olmasaydı, şu anda hiçbir mahlûkatı yaratmazdım. Deyince, Allah’ın heybetinden kalem çatlayıp yarıldı.
O sözün söylenen kısmı kesildi. Her halde bunun içindir ki kalem yarılıp kesilmedikçe hiçbir şey yazılmamakta… Bunda anlatılmak istenen bir gaye de MUHAMMED ümmetinin Resulullah Efendimizi ta’zim ve Tekrim ederken O’nun sünnetini yerine getirirken edeplerine aykırı hareketten sakınmaları içindir. Ve nihayet HZ. ALLAH O nurun dördüncü bölümünü dört kısma ayırarak birinciden arş’ı, ikinciden kürsü’yü üçüncüden de melekleri yarattı.
Dördüncü kısma gelince yine dörde ve yine dörde… Ve Hz. ALLAH dördüncü nurdan Hz. Peygamber’i kendi ruhundan yarattı. O güzel Ruh, bütün yaratılanlardan tam üç yüz altmış bin yıl önce yaratıldı. Hz. ALLAH, O’nu dünyadaki o güzel şekli mübarek yüzlerinin biçimi ile tasvir etmiştir. Ve O’na peygamberlik vererek O’nu herkesten ayırıp HABİB kıldı. Bütün mahlûkattan seçkin ve mübarek kılarak kendisine ayrı bir makam verdi. Mübarek başına ibadet ve takva tacını takıp, hidayet örtüsünü giydirdi.
Sonra O’nu “HABİBULLAH, Allah’ın sevgilisi” ismiyle isimlendirdi. Ve Hz. ALLAH insanların Efendisi, kâinatın sultanı, peygamberlerin imamı, Habib-i Zişan Efendimizi yaratmak istediğinde, Cebrail (a.s.) şöyle buyurdu: “Ey Cebrail! Yerin en güzel ve en temiz yerinden bir avuç toprak getir.” Buyurdu. Bu emir üzerine Cebrail (a.s.), diğer meleklerle birlikte yeryüzüne gelip, en temiz ve en güzel toprağı olan bir yer aramaya başladılar. Sonunda Resulullah Efendimiz’in hoş kokulu, şimdiki kabirlerinin bulunduğu yerden bir avuç toprak alıp getirdiler. Şanı yüce olan ALLAH, Cennet ırmaklarından Tensim Suyu ile yoğurup bembeyaz bir inci şekline soktu. Sonra O’nu ulu cennetlerin içindeki ırmakların tümüne daldırıp, yedi kat gökleri ve yerleri dolaştırdı. Böylece Cebrail (a.s.) O’nu yüce sıfatlarıyla övüp, medh-ü senada bulundu. Ve Ulu ALLAH’IN katında makbul, mükerrem, her şeyden üstün bir fazilet sahibi olduğunu bütün yeryüzündeki ve gökyüzündeki yaratıklarına beyan etti. Ve Hz. ALLAH Âdem (a.s)’ı yaratır. Ve Habibullah’ın o güzel ve beyaz nurunu Hz. Âdem(a.s)’in alnına koyar. Ve Hz. ALLAH Hz. Âdem(a.s)’den söz alır ve şöyle der:” Ey Âdem! Bütün evlatlarına öğüt ver ki onlar, kadınların en temiziyle nikâh kıysınlar. O nuru kötülükten koruyup O’na saygı ve sevgi göstererek ta’zim etsinler.” Bunun için onlardan söz alındı. Ve Hz. Âdem (a.s)’den bu nur Şit (a.s.)’a geçer. Şit (a.s.)’dan oğlu Anuş’a, ondan Kayna’ya, ondan Mehlag ile o nur oğlu yerde’ye ve o nur taki İbrahim (a.s.)’a kadar gelir. Ondan da o pak nur, İsmail (a.s.)’a geçer. Temiz bir soy ile Habibullah’ın Hz. Abdullah’ın alnına gelmiştir. O nur Abdullah’a öyle bir güzellik vermiştir ki; Mekke’nin bütün kızları O’nunla evlenmek için can atmaktaydılar. Ama O nur öyle pak ve temizdi ki, dünyanın en hayırlı, en iffetli ve en temiz kadını aranmaktaydı. Çünkü Allah’ın Sevgilisine anne olacaktı. Ve Abdimenaf oğlu Veheb’in kızı Âmine Sultan uygun görüldü. Çünkü o zamana kadar hiçbir erkeğin görmediği, hiçbir gözün erişmediği, dünyanın en şerefli kadınıydı. Hz. Abdullah ve Hz. Amine’nin Receb ayının ilk Cuma günü Regaib gecesi nikâhları kıyılır. Ve izdivaç vaki olur. Ve o nur, Mekke şehrinde ana rahmine düşer. Hz. Allah (c.c.) Cennetin hazinedarı Hz. Rıdvan’a der ki:” Ey Rıdvan! Yüce Cennetin kapıların aç! MUHAMMED’İN gelişini bütün cennet ehline müjdele! Yerde ve gökte münadiler çıkart! Ey gökyüzünde oturanlar, ey dünyada yaşayanlar! Hepiniz bilin ki o gizli olan nur-i MUHAMMEDİ bu gece ana rahmine indi. Müjdeci ve ceza ile korkutarak, öğütücü ve âlemlere rahmet olarak dünyayı şereflendirdi.” Resul-i Zişan Efendimiz ana karnında altı aylık olmuştu. O zamanlarda Mekke’de kıtlık hüküm sürüyordu. Babası Abdullah Medine’ye hurma getirmeye kervanla gider. Ama geri dönemez. Medine ‘den dönerken, Hz. Abdullah hayata gözlerini yumar. Ve Resulullah öksüz kalmıştır. Yeryüzündeki ve gökyüzündeki melekler üzülüp Hz. Allah’a şöyle niyaz ettiler:” Ey Rabbimiz! Bütün kullarının içinden herkesten zayıf bir durumda iken âlemleri bile O’nun hürmetine yarattığın bu sevgili Muhammed’i böyle ana karnında öksüz bırakmanın hikmeti nedir?”
Meleklerin bu üzüntüsü karşısında Hz. Allah buyurur:” Baba çocuğunu büyütüp terbiye etmek için gereklidir. Benim Habibimin benden başkasının O’nu büyütüp terbiye etmesine, korumasına ihtiyacı yoktur. Çünkü O’na gerçekten yardım edip koruyan benim.” Bu konuyla ilgili Peygamber efendimiz şöyle buyurdular:” Allah-u Teala beni en güzel terbiye, en güzel ahlak ve kâmil bir akılla vasıflandırmıştır.” Ve günler günleri, aylar ayları kovalamaktaydı. Ve Rebiulevvel ayının on ikinci gecesi gelmişti. Âmine annemiz evde tek başına, dedesi Abdülmuttalib Kâbe’de Tavaf etmekteydi. Hz. Âmine aniden korkmuştu. Bir gürültü ve ses işitmişti. Yüreğini korku kaplamıştı. Çünkü çok büyük bir şey görmüştü. Fakat gördüğü şeyin bembeyaz bir kuş olduğunu görünce, bütün korkusu kalbinden silinip gitti. Sonra O’na bir kâse içinde kardan beyaz şerbet verdiler. Şerbeti içtiğinde, yüreğinin bir nur ile dolduğunu ve içini büyük bir ferahlık kaplamıştı. Bundan sonra ise selvi gibi uzun boylu, güzel yüzlü huri kızları gördü. Etrafındaki bu eşsiz güzel kızların olsa olsa Abdimenaf oğullarının kızlarıdır. Dedi kendi kendine… Çevresine halka kurup oturdular. Bunları görünce şaşkınlığı büsbütün artmıştı. Gelenler dedi ki ben Âdem’in eşi Havva’yım, diğeri de ben İbrahim’in eşi Sare’yim, diğeri ben firavunun karısı Asiye’yim, birisi de ben İmranın kızı, İsa’nın annesi Meryem’im… Bu gördüğün kızlar da cennet hurileridirler. Dünyaya gelecek olan yüce Peygamberi ta’zim etmek, saygı göstermek için geldik dediler. Artık yerde ve gökte tüm hazırlıklar yapılmıştı. Tüm kâinat o nur-u MUHAMMEDİ nin dünyaya gelme anını beklemekteydi. Zaman durmuş, kâinat sessizliğe bürünmüştü. YÜCE ALLAH’IN emri beklenmekteydi.
Ve Hz. ALLAH izin verir, dünyaya geliş zamanı gelmiştir. Bu gelen yaratılmışların ilki, bu gelen peygamberlerin seyidi, bu gelen Fatıma’nın babası, bu gelen Aişe’nin goncası, bu gelen Ebubekr’in sırdaşı, bu gelen ümmetinin göz bebeği ve göbek bağı kesilmiş, sünnet olmuş bir vaziyette dünyaya geldi. Alnı secdede şahadet parmağını kaldırmış bir vaziyette dudaklarından şu cümleler dökülüyordu:”LA İLAHE İLLALLAH İNNİ RESULULLAH, ÜMMETİ ÜMMETİ ÜMMETİ”

Hoş geldin ya Resulullah. Senden 1400 yıl sonra bile seni aramaktayız Bizler seni göremedik bir kere olsa bile rüyamıza gel Ey Nebi. Bizler senin kokunu duyamadık ama Senin kokukunu taşıyanı aradık bulduk. Senin yerine o nu kokladık onun izinde seni aradık Bizler Gavs-ı Sanide seni bulduk Bizleri ondan ayırmasın ALLAH onunla beraber sana Gelmeyi Nasib etsin ALLAH:52: Amin

Hamd olsun alemlerin Rabbine
sAlat ve selam nurundAn yarAttığın habibine olsun
Allahümme salli Ala muhammedin ve ala ali seyyidina Muhammed
alıntı...
güncel..
 
Üst Alt