rana1981
Çavuş
Şair diyor ki; Sûrette nazar eyler isen sen ile ben var Ammâ ki hakikatte ne sen var u ne ben var
Varlık!.. Varlık iddiası!.. Varlık bilinci ve varlığa hükmetme... Belki de insan olmanın imtihan alanı; hayatın anlamı. Sen-ben kavgasının ve kaygusunun arkasında hakikatte sen ve ben zamirlerinin olmadığını düşünebilmek, kişinin kendisini bu anlayışa göre nizam ve intizama sokması, çelikten bir mengeneye sıkıştırılmak gibi bir şey... Ve beyninize saplanan kıymık kıymık sorular:
- Sen kimsin?
- Hakikat ne?
- Vücud ne ve onu nasıl anlayabilirsin?
- Âlemdeki yerin ne?
- Neden her şey zıddıyla yaratılmış?
- Mümkün nedir, ya mecaz?
- Bildiğin şeyin salt bilgi olduğundan emin misin?
- Ömrün neden çok kısa da evrendeki zaman neden bu kadar uzun?
- Aklın evreni anlamaya neden yetmiyor?
- Ayna ne ve neden varlığın yalnızca suretini yansıtıyor?
- Nice sultanlar, nice dilberler neden toprakta?
- Mutluluk ne; ya elem?
- Bülbül neden hiç güle kavuşamıyor?
Sorular Sorular Her saniyede yüzlerce, binlerce kez çoğaltılabilecek ve her defasında cevapsız kalacak sorular Aklın bunca bilgi düzeyiyle acizliğinin görülmesi ve insanın çaresizliği. Bu çaresizliktir ki arayışların ardından saldırganlıklar, kibirler ve aykırılıkları getirip insanı mutsuz eder. Her yönelişin bir çırpınışla sonuçlandığı varlık iddiasından kurtulamadıkça da insanın huzur bulması imkansız. Yunusun o muhteşem dizesinde dediği gibi:
Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı
Varlık o kadar derinden yakalamış, eteğini o derece çekiştirmekte ki, insan kendini onun üstünde veya dışında hayal bile edemez durumda.
Ömer Hayyam bir rubaisinde Ezelin sırlarını ne sen bilebilirsin, ne de ben. Ne sen okuyabilirsin bu muammayı, ne de ben. Perdenin arkasında senden de benden de birer dedikodu (vehim, bahis) mevcut ama perde düştüğü vakit ne sen kalıcısın ortada, ne de ben! der. Eflatunun insanın gerçeğini anlatabilmek için kullandığı mağara istiaresi gibi. Ona göre insan bir mağarada, kapıya sırtını dönmüş, eli kolu bağlı, başı sabitlenmiş olarak durmakta ve mağaranın önünden gelip geçenlerin gölgeleri, ışığın nispeti ölçüsünde mağara duvarına yansımakta, böylece oturan kişi de hayatı, o gördüğü gölgelere bakarak güya anlamakta, algılamakta ve böylece yaşadığını hissetmektedir. Başını döndürüp bakamadığı için de varlığın gerçeğini hiçbir zaman görememekte, olayların hakikatine hiçbir vakit vâkıf olamamakta, sen-ben iddiasında vehimlerle, hayallerle oyalanıp durmaktadır. Öte yandan anlaması gereken asıl mesele bütün o çaresizliklerin de, bütün o iradesizliklerin de, hatta bütün gönül darlıkları ve içinden çıkılmaz sorular yumağının da serriştesinin, aslında bir teslimiyetin ucunda düğümlü olduğu gerçeğidir. Tutup ucundan çekivermek yeterli. Bunun içinde galiba bütün öteki soruları içine alan son bir soru var:
- Nereye gidiyorsun be hey!..
Tos vuran kadı
Eski zamanlarda tos vuran bir kadı yaşarmış. Külah biçimine soktuğu bir kalpağa, yiğitlik alameti olan koç boynuzlarından iki adedini taktırmış ve sanki tolga gibi kullanmaya, mahkeme sırasında haksızlığını gördüğü adamların üzerine hamle ederek tos vurmaya başlamış. Zamanın hükümdarı bunu haber alınca kadıya kızmış ve huzuruna çağırtmış. Konuşma sırasında kadı, Efendimiz, demiş, lütfen bir gün mahkemeyi teşrif edip kulunuzu izleyiniz. Eğer hak vermezseniz cezama razıyım.
Hükümdar ertesi gün kadının evine gitmiş ve duruşma makamı olarak kullandığı salonun bitişiğindeki odadan mahkemeyi dinlemeye başlamış.
Dava konusu, birinin diğerinden 100 altın lira alacağı iddiası imiş. Kadı davalıya sormuş:
İddiaya ne diyorsun, borçlu musun?
Evet kadı hazretleri, doğrudur; bu ağaya 100 lira borcum var. Yalnız bu parayı şimdilik ödeyecek kudretim yok.
Davacı iyi kalpli bir adam olsa gerek kadı yüzüne bakınca yumuşamış:
Ödesin de kadı efendi, nasıl öderse razıyım. İsterse takside bağlasın.
Bu sefer kadı davalıya dönmüş:
Ayda on altın lira verebilir misin?
İmkanı yok, on altın veremem.
Beş altın?
Onu da veremem kadı hazretleri.
Peki bir altına ne dersin?
Davalı düşünmüş düşünmüş ve nihayet büyük bir fedakarlık gibi şu teklifte bulunmuş: Kadı hazretleri yılda üç kuruş verebilirim. Ancak alacaklıyı hapsetmenizi isterim. Çünkü elime para geçince alacaklımı bulamazsam belki harcayıveririm.
Perde arkasında bütün konuşmaları dinlemekte olan hükümdar hiddetle kadıya seslenmiş:
Artık tos vuracak mısın; yoksa ben vurayım mı?!..
BERCESTE
Der çeşm-i muhakkıkân çe zîbâ vü çe zişt
Menzilgeh-i âşıkân çe dûzah çe bihişt
Pûşîden-i bîdilân çe atlas çe pelâs
Zîr-i ser-i âşıkân çe bâlîn ü çe hişt
Ömer Hayyam
(Hakikat avcılarının nazarında güzel de birdir, çirkin de. Hakikî âşıkların durağı cennet de olsa fark etmez, cehennem de... Dizginlerini sevgiliye bırakanlar, atlas giyinseler ne, yahut yırtık aba; hakikatte âşıkların başları altında kuştüyü yastık da bulunsa hoştur, kerpiç de)
İskender Pala
Varlık!.. Varlık iddiası!.. Varlık bilinci ve varlığa hükmetme... Belki de insan olmanın imtihan alanı; hayatın anlamı. Sen-ben kavgasının ve kaygusunun arkasında hakikatte sen ve ben zamirlerinin olmadığını düşünebilmek, kişinin kendisini bu anlayışa göre nizam ve intizama sokması, çelikten bir mengeneye sıkıştırılmak gibi bir şey... Ve beyninize saplanan kıymık kıymık sorular:
- Sen kimsin?
- Hakikat ne?
- Vücud ne ve onu nasıl anlayabilirsin?
- Âlemdeki yerin ne?
- Neden her şey zıddıyla yaratılmış?
- Mümkün nedir, ya mecaz?
- Bildiğin şeyin salt bilgi olduğundan emin misin?
- Ömrün neden çok kısa da evrendeki zaman neden bu kadar uzun?
- Aklın evreni anlamaya neden yetmiyor?
- Ayna ne ve neden varlığın yalnızca suretini yansıtıyor?
- Nice sultanlar, nice dilberler neden toprakta?
- Mutluluk ne; ya elem?
- Bülbül neden hiç güle kavuşamıyor?
Sorular Sorular Her saniyede yüzlerce, binlerce kez çoğaltılabilecek ve her defasında cevapsız kalacak sorular Aklın bunca bilgi düzeyiyle acizliğinin görülmesi ve insanın çaresizliği. Bu çaresizliktir ki arayışların ardından saldırganlıklar, kibirler ve aykırılıkları getirip insanı mutsuz eder. Her yönelişin bir çırpınışla sonuçlandığı varlık iddiasından kurtulamadıkça da insanın huzur bulması imkansız. Yunusun o muhteşem dizesinde dediği gibi:
Bunca varlık var iken gitmez gönül darlığı
Varlık o kadar derinden yakalamış, eteğini o derece çekiştirmekte ki, insan kendini onun üstünde veya dışında hayal bile edemez durumda.
Ömer Hayyam bir rubaisinde Ezelin sırlarını ne sen bilebilirsin, ne de ben. Ne sen okuyabilirsin bu muammayı, ne de ben. Perdenin arkasında senden de benden de birer dedikodu (vehim, bahis) mevcut ama perde düştüğü vakit ne sen kalıcısın ortada, ne de ben! der. Eflatunun insanın gerçeğini anlatabilmek için kullandığı mağara istiaresi gibi. Ona göre insan bir mağarada, kapıya sırtını dönmüş, eli kolu bağlı, başı sabitlenmiş olarak durmakta ve mağaranın önünden gelip geçenlerin gölgeleri, ışığın nispeti ölçüsünde mağara duvarına yansımakta, böylece oturan kişi de hayatı, o gördüğü gölgelere bakarak güya anlamakta, algılamakta ve böylece yaşadığını hissetmektedir. Başını döndürüp bakamadığı için de varlığın gerçeğini hiçbir zaman görememekte, olayların hakikatine hiçbir vakit vâkıf olamamakta, sen-ben iddiasında vehimlerle, hayallerle oyalanıp durmaktadır. Öte yandan anlaması gereken asıl mesele bütün o çaresizliklerin de, bütün o iradesizliklerin de, hatta bütün gönül darlıkları ve içinden çıkılmaz sorular yumağının da serriştesinin, aslında bir teslimiyetin ucunda düğümlü olduğu gerçeğidir. Tutup ucundan çekivermek yeterli. Bunun içinde galiba bütün öteki soruları içine alan son bir soru var:
- Nereye gidiyorsun be hey!..
Tos vuran kadı
Eski zamanlarda tos vuran bir kadı yaşarmış. Külah biçimine soktuğu bir kalpağa, yiğitlik alameti olan koç boynuzlarından iki adedini taktırmış ve sanki tolga gibi kullanmaya, mahkeme sırasında haksızlığını gördüğü adamların üzerine hamle ederek tos vurmaya başlamış. Zamanın hükümdarı bunu haber alınca kadıya kızmış ve huzuruna çağırtmış. Konuşma sırasında kadı, Efendimiz, demiş, lütfen bir gün mahkemeyi teşrif edip kulunuzu izleyiniz. Eğer hak vermezseniz cezama razıyım.
Hükümdar ertesi gün kadının evine gitmiş ve duruşma makamı olarak kullandığı salonun bitişiğindeki odadan mahkemeyi dinlemeye başlamış.
Dava konusu, birinin diğerinden 100 altın lira alacağı iddiası imiş. Kadı davalıya sormuş:
İddiaya ne diyorsun, borçlu musun?
Evet kadı hazretleri, doğrudur; bu ağaya 100 lira borcum var. Yalnız bu parayı şimdilik ödeyecek kudretim yok.
Davacı iyi kalpli bir adam olsa gerek kadı yüzüne bakınca yumuşamış:
Ödesin de kadı efendi, nasıl öderse razıyım. İsterse takside bağlasın.
Bu sefer kadı davalıya dönmüş:
Ayda on altın lira verebilir misin?
İmkanı yok, on altın veremem.
Beş altın?
Onu da veremem kadı hazretleri.
Peki bir altına ne dersin?
Davalı düşünmüş düşünmüş ve nihayet büyük bir fedakarlık gibi şu teklifte bulunmuş: Kadı hazretleri yılda üç kuruş verebilirim. Ancak alacaklıyı hapsetmenizi isterim. Çünkü elime para geçince alacaklımı bulamazsam belki harcayıveririm.
Perde arkasında bütün konuşmaları dinlemekte olan hükümdar hiddetle kadıya seslenmiş:
Artık tos vuracak mısın; yoksa ben vurayım mı?!..
BERCESTE
Der çeşm-i muhakkıkân çe zîbâ vü çe zişt
Menzilgeh-i âşıkân çe dûzah çe bihişt
Pûşîden-i bîdilân çe atlas çe pelâs
Zîr-i ser-i âşıkân çe bâlîn ü çe hişt
Ömer Hayyam
(Hakikat avcılarının nazarında güzel de birdir, çirkin de. Hakikî âşıkların durağı cennet de olsa fark etmez, cehennem de... Dizginlerini sevgiliye bırakanlar, atlas giyinseler ne, yahut yırtık aba; hakikatte âşıkların başları altında kuştüyü yastık da bulunsa hoştur, kerpiç de)
İskender Pala